Türkiye, içerisinde Anadoluyu, Trakyayı hatta Kafkasları barındıran, medeniyetlerin ve tarihin buluştuğu muazzam bir coğrafya. Bu coğrafyanın insanları tarafından sık sık sanat eserlerinde yer bulabilmiş ve hem zamanın hem de toplumun aynası olabilmiş bir memleket.
Türkiye tarihinin önde gelen yazarları tarafından ele alınan roman eserleri, neredeyse 81 ilin tümünde yer bulabilmiş ve o memleketi bizlere anlatmış. İşte bu durumla ilgili Türkiye Roman Haritası adı verilen bir sitede oldukça güzel bir paylaşım yapılmış.
Hemen hemen her ilin, kendisiyle özdeşleşmiş bir romanı bulunmakta. Bu romanları okuduğumuzda hem o dönemin insanlarını görmekteyiz hem de bugünler ile kıyaslama yapabilmekteyiz. Yaşadığınız şehirde yada memleketinizde geçen romanlara bakmak isterseniz aşağıdaki listeye göz atabilirsiniz.
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});
ADANA
Bereketli Topraklar Üzerinde
Orhan Kemal, 1954
Yağmurda ıslana, güneşte tüte kururlar. Torbalardaki tandır, yufka dürümleri tükenip çarşı ekmeğine verilecek son kuruşlar da suyunu çektikten sonra, aç çocukların feryadı göğe yükselir. [Önemli değildir. Peygamberler Allah adına sabır getirmişlerdir ya, hiç önemli değildir aç çocukların göklere yükselen feryadı. Ölseler bile ne? Öte dünya vardır, birer kuş gibi uçacaklardır Cennet-i ala’ya. Everest Yayınları, 2014, s. 178
Hakkında: Ve bu bereketli topraklar üzerindeki emekçiler, kendi küçük ve dar dünyalarında bir başlarına çırpınıp durmaktadırlar. Toprak reformunu yapamamış, sanayileşmesini gerçekleştirememiş azgelişmiş bir ülkede, Türkiye’de, köylü-işçilerin kahırlı hayatlarını yansıtır Orhan Kemal. Roman, belirli bir tarihsel anı unutulmayacak bir ustalıkla tespit ettiği için, tarihi ve sosyal gerçekliği, ele aldığı insanları gerçeğe uygun olarak gösterdiği için güçlü ve kalıcı. Orhan Kemal’in en güçlü romanı, bence. Fethi Naci, Yüzyılın 100 Türk Romanı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2007, s. 302.
AFYON
Alinin Biri
Fahri Erdinç, 1958
Hakkında: Alinin Biri romanında Fahri Erdinç, Türkiye tarihinden bir kesit sunuyor. Bu kesitin sunuluşunda, Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla kurulan ülkenin tarihsel gelişimi içindeki bir gerçeklik, emekçi köylünün toprak özlemi öne çıkıyor. Alinin Biri, bu doğrultuda verilen, köylü için bağımsızlığın toprak, özgürlüğün de işlediği toprağa sahip olmakla başlayacağını vurgulayan bir mücadelenin romanı… Cumhuriyet Kitap Eki, 20 Aralık 2007, s.27.
AĞRI
Mahmudo ile Hazel
Ömer Polat, 1973
Hakkında: Ömer Polat’ın çaresiz eşkıyası Mahmudo (…) Doğunun yoksunluğu içinde ekmek uğruna yoldan çıkmış, askerlik onuruna ilk suçu işlemiş, ama çevresinin geleneksel inançlarına konu olmaktan kurtulamamıştır. Ne çevresindeki toplum varlıklıdır, ne içindei doğa yardımda insaflı. Bir kutsalı da yoktur Mahmudo’nun: Ne yıllanmış bir kin ve öç kavgası, ne hak çekişmesi, ne ülkü ve inanç, ne topluma düşmanlık ve hınç. (…) Yalnızlığın ve çaresizliğin düğümünde gittikçe yozlaşacak bir kurtuluş ve kaçış kavgası, askerdeyken edindiği kravatı takarak kazanacağını umduğu bir kişilik özentisi, özlemini yıllar çektiği eşini yanından ayırmama sevgisi. İşte böyledir Doğu’nun Mahmudo’su… Rauf Mutluay, Cumhuriyet, 14 Mart 1974, s. 6.
ANKARA
Ankara
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1934
“Ankara; yalnız bu değil,” dedi. “Ankara, bizim için emsalsiz bir “energi” mektebi olmuştur. Sarp, yalçın ve çetin Ankara, içinde her rahattan mahrum olduğumuz, içinde zahmet, meşakkat çektigimiz Ankara, bize sabrı, tahammülü ve inkişafımıza engel bütün zıt kuvvetlerle geceli gündüzlü çarpışmayı öğretiyor, sert bir örs gibi irademizi durmaksızın dövüyor, Nietzsche’nin dediği gibi burada “muttasıl kahramanca ve tehlikeyle yaşıyoruz”. Bundan güzel hayat olur mu? Dünyanın hangi noktası buradan daha enteresandır? İletişim Yayınları, 2009, s. 81.
Hakkında: Otuz yıl önce yazdığım bu romanı, üçüncü baskıya vermek üzere gözden geçirirken bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle geldi ki, burada hikâye ettiğim devri bir somnambül hali içinde geçip gitmişim. Fakat bu halim çok sürmüyor; uyanıyorum ve kendimi toparlayarak etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye! Kitabın birinci bölümünde belirtmeye çalıştığım Milli Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum! Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmeğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi üç yıl içinde varacağımızı umuyordum! Şimdi o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor! Fakat biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yapığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız! Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 9.
ANTALYA
Karabibik
Nabizâde Nâzım, 1889
Hakkında: Karabibik, realizmin bütün koşulları göz önünde bulundurularak yazılmış olup, Türk edebiyatında bu akımın başarılı ilk örneğidir. Yazar, kitabının önsözünde şöyle der: “Hakikiyun mesleğinde (realistlerin yolunca) yazılmış roman mütalaa etmemiş iseniz işte size bir tane ben takdim edeyim.” Yazar, eserini “roman” diye sunmakta ise de, 35-40 sayfalık bir eserin roman değil, ancak uzun hikaye sayılması gerekir. Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, Kapı Yayınları, 2016, s. 128.
AYDIN
Bir Karış Toprak
Samim Kocagöz, 1964
Hakkında: ‘Ey Koca Hasan, bana şu Söke ovasının Yörük Timarı Hikayesini anlat’ dedim. Sordu: ‘Eski hikayesini mi, yoksa yeni hikeyesini mi?’ Anlattı… anlattı… anlattı… (…) Ben de bu hikayenin eskisini, Cumhuriyet’ten önceki yıllarda olup biteninin [BİR KARIŞ TOPRAK] adı altında yazdım. (…) Ey Söke ovasının toz toprağı içinde, yol üstünde yatan Koca Yörük Hasan!.. Bu hikayeler senindir… Senden aldım, yine sana armağan ediyorum. Elimden bu kadarı geliyor, bağışla! Samim Kocagöz, Bir Karış Toprak, Ataç Kitabevi Yayınları, 1964, s. 2
BALIKESİR
Kuyucaklı Yusuf
Sabahattin Ali, 1937
Damların yosun tutan ve kararan kiremitlerini nihayetsiz dut, erik ve iri yapraklı incir ağaçlan örtmeye çalışıyor, derelerin kenarını beyazımtırak yapraklarıyla uzun kavaklar, bazı yerlerde kopan bir şerit halinde ve yalnız kenar mahallelerde takip ediyor; bunların arasında belki yirmiden fazla minare, bembeyaz yükseliyor ve uzaktan bakan bir göze, tıpkı kavak ağaçları gibi hafif hafif sallanıyor hissini veriyordu.
Yukarıçarşı’daki Kurşunlu Cami’nin iri kubbesi daima donuk bir ışıltı ile parlıyordu. Kasabanın panoramasında, bir tablodaki kadar ahenk ve uygunluk vardı. Bu, ağaç, minare ve kiremit kümesinin etrafını ayva ve diğer meyva ağaçlarından ve ova tarafında bağlardan ibaret açık yeşil bir çember sarıyor; onun etrafında da siyah yapraklı zeytinlerin daima kıpırdayan halısı göz alabildiğine uzanıyordu. Yapı Kredi Yayınları, 2012, s. 19.
Hakkında: Kuyucaklı Yusuf’un önemi yalnızca başarılı bir roman olmasından ileri gelmez, öncü bir yapıt olması da ona tarihsel açıdan bir önem kazandırır. Çünkü bu yapıt daha önceki Türk romanlarından iki bakımdan ayrılır ve yeni bir yol açar. (…) Tanzimat’tan 1950’lere kadar Türk romanının ana sorunsalını Batılılaşma oluşturuyordu. Yazarlarımız toplumsal yapının kendine yönelmiyor, mevcut düzeni sorgulamıyorlardı. Toplumsal yapıyı, ezilen halk ya da köylü sınıfının durumunu ele alan romanlar gerçi 1950’lerden sonra görülür, ama bunların ilk örneği 1937’de yayımlanan Kuyucaklı Yusuf’tur. Berna Moran, Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış II, İletişim Yayınları, s. 2
BİLECİK
Devlet Ana
Kemal Tahir, 1967
1968 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
Gerçekten Söğütlülerin çoğunluğu, çoktandır “yemek” sözünü “ekmek”le değiştirmiş, bu bile yeterince bulunduğu zaman sevinir olmuştu.
Yıllardan beri orta halliler eti iki üç ayda bir yiyebiliyor, yoksullarsa ancak kurban bayramından kurban bayramına görebiliyorlardı. Hayvanlar az olduğundan, yağ, peynir, hatta yoğurt bile çok azalmış, uzayan barış, Söğüt kadınlarını yemek işinde gerçekten bunaltmıştı. Koyun keçi hırsızlıkları gitgide artıyor, Kara Osman Bey nedenini bildiği için, çok kızdığı halde hırsızların ardına pek düşmüyordu. İthaki Yayınları, 2017, s. 106.
Hakkında: Modern ruhbilimde, bir insanın karakterini çözümlemek için, genellikle onun çocukluğuna gidilir. Kemal Tahir de, Osmanlı Devleti’nin karakterini çözümlemek için bu devletin çocukluk yıllarına, hatta doğuş öncesine gitmekte, onu doğuran koşulları incelemektedir. (…) Anadolu Türk ulusunun kimliği, Anadolu halkının eğiliminde ve davranışında, düşünüşünde ve bilinçaltında, hala sürüp gitmektedir. [Devlet Ana] günümüzün Anadolu Türk’ünü anlamak için, onun bir ulus olarak doğuşuna ve doğuş öncesine kadar inen bir psikanaliz denemesidir. Bülent Ecevit, “Devlet Ana”, Kitaplar Arasında, 1968, nr.1
BOLU
Çıkrıklar Durunca
Sadri Ertem, 1931
– Alevi köyleri hak ile yeksan olacaktır.
Filhakika bu haber doğruydu. Sünniler arasında, Alevi köyleri aleyhine neler neler söylenmiyordu. Alevi köylerinde çıkrıkların mütemadiyen işlemesi, çıkrıksız Alevi köylerinden ihtiyaçları olmayanların bile birkaç arşın bez satın almaları Sıddıkzade’nin ve Avrupa kumaşı satanların nazarı dikkatlerinden kaçmadı. (…) Camilerde göbekli vaizler, ellerini rahlelere vura vura şeriattan, dinden bahsettiler. Kah:
– Alevi tayfası gibi zındıkların katli vaciptir. Burnununuzun dibinde bir sürü katle layık zındık var. Ey ahali ne durursunuz. Allah’ını seven palasını bilesin!
Kah kadından, eksik etek peygamber mi olur, bu ne dalalet, ne küfür diye kürsüden halkı tahrik ettiler. Göbekli vaizlerin sesleri camilerin kubbelerini çatırdattı. Fakat bütün bunlar Adaköy’deki dergahı ve peygamber kadınlar hakkındaki mübalağalı bir propagandadan başka netice vermedi. Kor Kitap, 2018, s. 110.
Hakkında: Adaköylülerin zorbalığa, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı ayaklanmaları, paylaşımcı, eşitçi bir düzen kurmaya kalkışmaları Anadolu’daki halk ayaklanmalarının bir benzeridir. Attila İlhan’ın 2001’de Otopsi Yayınevi’nce basılan kitaba yazdığı sunumda belirttiği gibi: “Burada, gel de daha önce yaşanmış Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin’i ve Börklüce Mustafa’nın isyanını hatırlama; aynı ‘ümmet toplum’unda, o da muhtevası ‘sosyal ve ekonomik’ ve fakat görünüşü ‘mistik’ bir halk kalkışması idi; ikisinin de akıbeti, aynı oldu.” Tıpkı Adaköylülerinki gibi. Bu işin tarihsel yanı. Güncel yanına gelince, bugün Türkiye’nin çeşitli yollarla içine düşürüldüğü, ülkemizi yıkıma sürükleyen emperyalist ve kapitalist kuşatmanın köklerinin nerelere kadar uzandığı, Çıkrıklar Durunca dikkatle okunduğunda, açıkça ortaya çıkacaktır. Adnan Özyalçıner, evrensel.net, 13 Kasım 2016
BURDUR
Yılanların Öcü
Fakir Baykurt, 1959
1958 Yunus Nadi Roman Ödülü
Hakkında: Ben bu “Yılanların Öcü”nü yazdığım zaman 28 yaşındaydım. Doğup büyüdüğüm ve çalıştığım köyleri, çalıştığım kasaba ve şehirleri incelemiş, toplumsal yapılan hakkında az çok bilgi edinmiştim. Türk ve dünya edebiyatının önemli yapıtlarını okumuş, anlatım sanatı hakkında yazı yazacak kadar bilgi öğrenmiş; hatta bazı denemeler de yapmıştım. Sanat yapıtında “öz ve biçim” konusunda bir görüşe varmış, yeni ve doğru bir özün, yeni ve güzel bir biçime dökülmedikçe, sanat yapıtının yaratılamayacağını anlamıştım. Olimpos’taki tanrıların macerasını destan biçiminde anlatan Homeros’tan bu yana edebiyat; şövalyelerden, beylerden, Adana kahvelerinde işsiz bekleyen “Küçük adam”a doğru kalınca bir çizgi ile inip gelmekteydi. Bu çizgiyi bir de 80 evli Karataş köyüne götürsem, bu köyün toprağında tırnaklarıyla tutunmaya çalışan Kara Bayram ailesini roman kahramanları arasına katsam kıyamet mi kopardı? Fakir Baykurt, Yılanların Öcü, Literatür Yayınları, 2006, s. 4.
BURSA
Çalıkuşu
Reşat Nuri Güntekin, 1922
Köy deyince gözümün önüne yeşillikler arasında eski Boğaziçi yalılarındaki güvercinliklere benzeyen sevimli, şen manzaralı kulübeler gelirdi. Halbuki bu evler, çökmeğe yüz tutmuş, simsiyah viranelerdi. (…) Köyün dar sokakları içine girmiştir. Evleri şimdi daha iyi görebiliyordum. Hani Kavak’larda önüne ağlar erilmiş, yağmurdan çürüyüp kararmış, Boğaz rüzgarlarından bir yana çarpılmış, viran balıkçı kulübeleri vardır; bu evler, ilk bakışta onları hatırlatıyordu.
Altlarında dört direkten ibaret ahırlar, üstlerinde asma merdivenle çıkılan bir iki oda. Her halde, Zeyniler şimdiye kadar işittiğim ve resimlerini gördüğüm köylerden hiçbirine benzemiyordu. İnkılap Kitabevi, 1993, s. 161.
Hakkında: …Çok rağbet gören ve üç dört defa tab’edilmek gibi bizim matbuat hayatımız için nadir bir mazhariyete eren Çalıkuşu; bu cazibesini, basit ve münevver, iki nevi tabakanın dahi ihtiyacına cevap verecek şekilde güzelliği cami olmasına medyundur. O, ne sadece yüksek tabakaya mıhlandı, ne de kendine rağbet için sadece alt tabakanın içine bağdaş kurdu. O alt’ın anlayacağı bir vuzuhla, üst’ün beğeneceği bir inceliği birleştirdi. Geniş mevceli şöhreti buradan geliyor. İsmail Habip [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 123]
ÇANAKKALE
Uzun Beyaz Bulut Gelibolu
Buket Uzuner, 2001
Gelibolu’nun ayazı serttir. Ege’den hiç beklenmeyecek ka dar hırçındır, insafsızdır. Uğultulu seslerle ürkütücü bir hikâye anlatarak dolaşan rüzgâr insanı döver, hırpalar. Sessiz ve incecik yağan erken bahar yağmuru, rüzgârın anlattığı ür kütücü hikâyeyi anlamış kadar içini titretir insanın. Rüzgârın anlattığı hikâye, bunu daha önce hiç duymamış, hiç bilmemiş olanları bile etkiler, hüzünlü bir iz bırakır ziyaretçilerde. Geli bolu’nun rüzgârı yorar, yalnızlaştırır. Gelibolu’nun ayazı ya man ve ürperticidir. Yabancılar bunu anlamaz, bu kadar Doğu-Akdeniz’de ayazın bu kadar sert olabileceğine inanmazlar. Ancak Çanakkale’nin yerlileri bilir ayazının sertliğini. Gelibolu Yarımadası ayazın en yaman vaktinde; erken baharda çarpar insanı. Remzi Kitabevi, 2002, s. 15.
Hakkında: Gelibolu yaman bir kurgu romanı. Onun [Buket Uzuner] yaratıcı anlağının (zekasının) özgün mü özgün kurguya dayalı yapıtı. O sürükleyici biçemiyle (üslubuyla) imgelem gücüyle kolayca okuttuğu Gelibolu romanı, belli ki Gelibolu yarımadası karasında sekiz buçuk ay süren, dünyanın en kanlı savaşları üzerine uzun süren araştırmasının tat yüklü meyvesi… Sami Karaören, Cumhuriyet Kitap Eki, 14 Kasım 2002, s. 16.
ÇANKIRI
Sağırdere
Kemal Tahir, 1955
– Karıyı o gece, sabaha kadar oynattı. Eğri Ahmet enişten…
– Kötü karı mıymış öğretmen?
– Öğretmen karı kötü olur mu? Namustan yana namuslu… Senin enişten cebrî oynatıyor. Eğri Ahmet’in işi, hükümete inat… “Vay, sen karıdan öğretmen yaparsın da benim toprağıma mı yollarsın?” hesabı… Dediğim mesele Yunan savaşından az sonra… O sıralarda biz genciz. El vuruyoruz ki şakır şakır. Yamören’de kıyamet kopuyor. Sonunda gün ışıdı, sabah oldu. Sabah ezan inil inil okunmaya başlayınca rahmetli, bağlama çalan çingeneye, “Kes, yeter!” dedi. İstanbullu karının boynuna kendi eliyle bir beşibirlik taktı. “Var yürü… Candarma yüzbaşısına selam ederim!” dedi. Yolladı gerisin geri…
– Başka bir şey yapmadı mı?
– Töbe de… Lafa bak!.. Başka şey yapılır mı? Eşkıya kısmı, uçkuruna sağlam olmazsa köy yerinde barınamaz. İthaki Yayınları, 2007, s. 74
Hakkında: Kemal Tahir, “Sağırdere” (1955) romanı ile göze çarptı. [Çankırı] köylülerinin yaşayışını, köylüyü gözliyerek anlatmağa davranan yazarların şimdiye kadar ulaşamadıkları ölçüde gerçek ayrıntıları ile belirliyordu. Elli hanelik “Yamören” köyünün elli hanesi de birbirleri ile çekişirler, çalışırlar, döğüşürler, sıra ve saygı, edep ve erkan bilirler, yüze güler, arkadan söylerler, sırasına göre can dostu, gün gelir düşmandırlar. Bu demektir ki, akılcı ve çağdaş bir görüşle şehirli ölçülerine vurunca, köylünün davranışlarındaki moral düzeni anlamak kabil olmayacaktır. Kemal Tahir, işte tam bu noktada köylüyü konu olarak alan öteki gerçekçilerden ayrılıyor, bu çok ayrı moral düzenle davranışlardaki uygunluğun bize çok ters gelen töresel köklerine ve kanunlarına inmeğe çalışıyor. Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman 1940-1950, Cilt 3, 1968, s. 453.
ÇORUM
Rahmet Yolları Kesti
Kemal Tahir, 1957
—Buyur.
—Şimdi neden eşkıyalık yok?
—Kim demiş? Şimdinin eşkıyalar şehir yerine, kasabaya inmiş. Kimi dükkân açmış, olmuş bir Çerçi Süleyman Ağa, kimi önüne bir makine uydurmuş olmuş bir arzuhalci Cemal Efendi, kimisi de zaptiye-memur…
—Biz öylelerini mi sorduk? Silahlı, askerli dağ eşkiyası…
—Öylesi yok evet. Hükümet kuvvetli de ondan yok. Eşkiya devri hükümetin hasta olduğu sıradır. Aslında hükümet kısmı bir vakit ölmez, arada bir hastalanır. İnsan gibi canım! Hükümeti sıtma tuttuğu zaman eşkiya başkaldırır. Sulfato yutup yahut ki bir zorlu dedeye sıtmasını bağlatıp dirildi mi hükümet, bu kez marazlanmak eşkıya sürüsüne düşer. Bilgi Yayınevi, 1970, s. 23.
Hakkında: Bizde eskiden beri yerleşmiş, sebepleri meydanda olan bir ters lejant var. Halkçılığı ve halkın despotik idareye karşı baş kaldırmasını çok pis haydutluk şekli olan eşkıyalıkla karıştırırlar. Halk arasında dolaşan eşkıya türküleri ve serüvenleri bazı şehirli yazarları aldatır. Onları, eşkıyalarda halk kahramanları aramaya, daha da kötüsü bulmaya götürür. Aslında halkın despotik idareye karşı direnmesi her ne kadar ilk zamanlarda, şuursuz davranışlar, eşkıyalığa benzer anarşik çıkışlar gibi görünse de, bir toplumda gerçek ve köklü halk baş kaldırmalarıbirikimi varsa, bu hareketler katiyen sürgit eşkıyalar tarafından yürütülemez… Rahmet Yolları Kesti bu gerçeği, Anadolu’nun belli özelliklerinden, eşkıyalığa hevesli insanlarımızın kişisel dramlarıyla beraber aydınlatılmıştır. Kemal Tahir [aktaran:Ferit Güneri, ‘Kemal Tahir’le Röportaj’, Kemal Tahir’in 30. Ölüm Yıldönümü Anısına, s. 325]
DENİZLİ
Kuşlar Yasına Gider
Hasan Ali Toptaş, 2016
Ben de onlarla birlikte Zıpır Yokuşu’nu çıkıp yarım saatlik bir yolculuktan sonra, ikindi vakti, yorgun argın kasabaya vardım. Everest Yayınları, 2016. s. 179.
Hakkında: Toptaş, bu romanında insana dair bir duyguyu/bakışı, yaşayışı dile getiriyor. Sözde ve yaşamda olanı yazıda/yazıyla kurarken; anlatıcının, hikâye anlatıcısının macerasına yaslanıyor. Anlatırken gören, duygulanan, sezen, düş kuran biridir onun anlatıcısı. Kuran ve söyleyenin çare arayışı her defasında yola düşürür onu. Ankara-Denizli/Çal arası gidilip gelinen yol; her gidişte türkülerle, sonra düşlerle bezenir. Orada keder, özleyiş, kayboluş, hatırlama ve ölümle yaşam vardır. Yer yer çıkıp çıkıp kaybolan beyaz at ise hem yaşamın hem de ölümün, yolun/yolculuğun, kanatlanarak gitmenin, saflık ve masumiyetin, yalınlığın simgesidir adeta. Feridun Andaç, Gazete Duvar, 13 Ekim 2016.
DİYARBAKIR
Masalını Yitiren Dev
Adnan Binyazar, 2000
Caddeler akşam saatlerinde dolar.
Bir avluya açılan onlarca kapı düşünün. Her kapının önünde kor alevli mangallar, maltızlar… Bin çeşnili yemeklerin kokusu yalnızca avluyu kaplamaz, gökteki ay’ın yüzünü bile şenlendirir. Herkes herkesin sofrasına teklifsiz oturur. Zeko Bibi, Diyarbakır’ın erik ekşili meftunesini pişirir, Haco Bibi domates biber kızartır. Et yoktur yemeklerde ama, zaten et de yenmemelidir bu kızgın sıcakta. Adam boyu karpuzlara kamalar saplanırken, anason kokuları yorgun gönülleri şenlendirir. Kaşık seslerinin birbirine karıştığı bu akşam saatlerinde, nemli odaların derinliklerine sığınmış bakir bir kızın utangaç sesi duyulur:
“Odam kireçtir benim / Yüzüm güleçtir benim / Soyun gel gir koynuma / Terim ilaçtır benim.” Can Yayınları, 2017, s. 251.
Hakkında: Hem de bir ölüm gününde, Bedrettin Cömert’in gök ekin gibi biçilip sonsuz yolculuğuna çıkarıldığı cami avlusunda, yaşlı ve hastalıklı bir adam yanıma yaklaştı, “Gerçekten, yazdıklarınızı yaşadınız mı?” diye sordu. Edebiyat Dostları’nda (Mehmet Seyda, İstanbul 1970) ya da Milliyet Sanat Dergisi’nde (16.07.1979) yayımlanan özyaşamöykümü okumuş olmalıydı. Ağır hastalıkla, ilk gördüğüm gülerdeki o görkemini gerilerde bırakmış Ahmet Muhip Dıranas’ı tanıyamamış, sıradan biri sormuşcasına “Evet!” deyivermiştim. (…) Çocukluk yıllarına ilişkin gözlemlerimi yazarken, Ahmet Muhip Dıranas’ın, özünde bir kuşkuyu da barındıran bir soruyla öğrenmek istediğini, gerçeklik duygusunu sarsıntıya uğratacağını sandığım olaylardan kesitler aktararak yanıtlamaya çalışacağım. Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev, Can Yayınları, 2017, s. 13.
ELAZIĞ
Yukarışehir
Şemsettin Ünlü, 1986
1987 Orhan Kemal Roman Ödülü
Geçidin kuzeye bakan arka yamaçları; Çapakçur, Monzur, Nurhak dağlarının çevirdiği ince uzun bir vadiye inerdi. Murat Irmağı, Karasu, Peri Suyu, ayrı ayrı, çok uzaklardaki yüksek yaylalardan gelir, bu ince uzun vadinin güneyinde birleşir, Fırat’ı oluştururlardı. Gür, gürültülü, uzun yolun yolcusu Fırat’ı.
Fırat, okyanusa kadar uzanan yolculuğunun bu çıkış yerinde dik, derin vadilerden, kayalık dar boğazlardan geçerdi. Dar boğazlara gelip girdiğinde, döner, yükselir, yatağından yukarılara köpük köpük dalgalar, saydam su zerrecikleri saçardı; önünde, arkasında akıl almaz girdaplar, korkunç mağaralar oluştururdu.
Suların akıp gittiği derin vadinin iki yakasındaki dik dağ yamaçlarında bodur meşeler, alıçlar, bademler göğerirdi. Aşağıda, vadinin derinliğinde gürültülerle akan coşkun sulardan uzakta, bu ağaçlar; kavruk, tozlu, seyrek; büyür, kurur, yeniden göğerirdi.
Yukarışehir, kuzeyindeki bu dağlık dar geçidin girişinde, kayalık,yüksek tepelerin üstünde gelip geçmiş sayısız uygarlıkla içiçe uzun yüzyıllar yaşamıştır. Aşağıdan, Güneydeki Mezre ovasından bakıldığında, taa uzakta kayalık boz tepelerin doruğundan arkasını gökyüzünün boşluğuna vermiş Yukarışehir kalesinin burçları, uçurumların üstündeki eski konakların dar siluetleri görünürdü.
(…)
Oysa yukarıda, her on onbeş adımda bir, dönerek, kırılarak yükselen yolun sonunda, daha Yel Boğazı’nın döner dönmez; yamaçlara, kayalık düzlüklere, basamak basamak yükselip giden, taş döşeli sokakların iki yanına sıralanmış; büyüklü küçüklü evleri, konakları, kiliseleri, camileri, medreseleri, meydanları, dükkanları, hanları, hamamlarıyla; karmaşık bir kentin ilk görüntüsü çıkardı. Alışılmışlığın, özümsenmişliğin, kocamışlığın görüntüleriymiş gibi sokakların taşları aşınmış, yuvarlanmış; kubbeli taş yapıların dış yüzü kararmış; ağır meşeden çift kanatlı kapıların demir kakmaları paslanmıştı… İnkılap Kitabevi, 1998, s. 7.
Hakkında: Yukarışehir (resmi kayıtlarda Harput, Doğu Anadolu’da, uzun yüzyıllar varlığını sürdürebilmiş bir ‘kale kent’. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğine kadar, önemli sayılan bir vilayet merkeziydi. Benim yıkıntıları arasında çocukluğumu yaşadığım kent) (…) Yukarışehir, okura, kendi serüveninin çizgisinde, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden günümüze uzayan yaşam kesitini vermeyi amaçlıyor. Yazar için de, okur için de kanımca roman (elbette öteki sanat ürünleri de) bir hiçlikten, bir saçmalıktan kaçış, evrenseli arayıştır. Okurların Yukarışehir’de bunları bulabileceğini umarım. Yukarışehir‘de birey toplumdan, toplum bireyden soyutlanmadı; karşıtlıkları evrensel çelişkileri saklanmadı. Şemsettin Ünlü, Cumhuriyet Gazetesi, 05 Haziran 1987, s. 4.
ERZİNCAN
Köprü
Ayşe Kulin, 2001
Hakkında: Köprü bir yaşam öyküsü değil, bir bölgenin hikayesidir. Bu romanda, bir köprünün yapımını anlatmak üzere yola çıkmışken, kendimi bir bölgenin gerçeğini anlatır ve bu gerçeğin nedenlerini irdelerken buldum. Ama bilinç altımda (madem ki okur roman kahramanlarına öykünebiliyordu) alın bakalım gençler, işte öykünmenize değer bir bürokrat tanıtıyorum size, siz de onun gibi olun ki, bir gün bir yerlere varabilelim mi demek istiyordum? Heralde, evet!
Ayşe Kulin, Cumhuriyet Kitap Eki, 08 Temmuz 2004, s. 18.
ERZURUM
47’liler
Füruzan, 1974
1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
Hakkında: İlk romanımıza konu edindiğimiz 47 doğumlular, bu ülkenin yetiştirdiği, yaşça büyüklerini aşma çabasında olan bir kuşaktır. Bu gencecik insanların, büyüklerin ihmaline, kurnazlığına, çıkarcılığına ya da (ehveni şer) kolaylığına uğrayıp, harcanmış geçmişten, zaman kazanmak istercesine, aceleyle giriştikleri can pahası karşı koymayı anlatmaya uğraştık. Yıllanmış yasaların geçerliliğinde, elimiz erdiğince yazmaya çalıştık. Zor bir konu, alabildiğine anlatıma açık. Günceli tartmanın zorluğu da ayrıca ortada. Zamanın sinemasından geçmemiş güncelin yanıltıcılığını hesaplamak var. Yine de olayların belkemiği çok doğru. Yazılması kaçınılmazlaşıyor bu yönden bakınca. Büyüklerine öğretecekleri olanları yetiştirmiş bir ülkenin insanları onlar. Güncelin bile sakınamadığı şeylerle donatılmışlar. Füruzan, Cumhuriyet Gazetesi, 26 Haziran 1974, s. 1
ESKİŞEHİR
Yaban
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1932
Daha otuz beşimize basmadan her şeyin bittiğini, işin tamam olduğunu; aşkın, arzunun, ümit ve ihtirasın artık bir daha uyanmamak üzere sönüp gittiğini kendi kendimize itiraf etmek; kendi kendimize, bütün mutluluk ve başarı kapılarının kapandığını söylemek ve gelip, burada bir ağaç gibi yavaş yavaş kurumağa mahkum olmak. Böyle mi olacaktı?
Böyle mi sanmıştım? Lakin, işte böyle oldu ve böyle olması lazımdı.
Mehmet Ali, bana: Gel beyim, seni bizim köye götüreyim; buralarda, yalnız başına sersebil olursun dediği vakit, bir Anadolu köyünün ne olduğunu bilmiyor değildim.
Mehmet Ali: Gel beyim, seni bizim köye götüreyim, dediği vakit, bu köyü, kafamın içinde olduğu gibi görmüştüm.
Hatta Mehmet Ali’nin evini, hatta bu odayı, hatta, bu delikten seyrettiğim manzarayı… Zaten, Cihan Savaşında kolumu kaybetmezden önce bütün şiir kabiliyetimi, bütün sade dilliliğimi kaybetmiş bulunuyordum. Korkunç, iğrenç ve yalçın gerçek parmaklarının ucundaki kan ve alnının ortasındaki çamurla! çoktan bana görünmüştü. Biliyordum ki, toprak katı ve tabiat zalimdir ve insan cinsi bozuk bir hayvandan başka bir şey değildir; biliyordum ki, insan hayanların en kötüsü, en bayağısı ve en az sevimli olanıdır. Evet, bilhassa en az sevimli olanıdır. İletişim Yayınları, 1996, s. 33.
Hakkında: Cumhuriyet’in onuncu yıl eşiğinde yazarın toplumuna ödediği borçtur Yaban. Sezgiyle bile olsa Yakup Kadri, Türk köyünün, verdiği görev oranında zaferden pay almadığını -dolaylıkla- anlatmaktadır. (…) Birinci Dünya Savaşı’nın yoksunluklarını yaşamış bir Batı Anadolu köyünün sorumluluğu kime aittir? Ne padişahlık devrinin eleştirisi söz konusudur, ne Cumhuriyet hükümetine yol gösteriş. Ama gene de bu gerçekçilik, halkımızı masabaşı söylevleriyle sevdiklerini söyleyenlerin pembe gerçekçiliğini tedirgin edecektir. (…) Yaban, toplumumuzun ilerde meydana çıkacak ana sorunlarına, biraz anakronik de olsa, dikkatli bir yaklaşımdır ve onun zaferi, Yakup Kadri’nin adı yanına eklenen bir onur olur. Rauf Mutluay, 50 Yılın Türk Edebiyatı, 1973, s. 552.
GAZİANTEP
Gemileri Yakmak
Yusuf Ziya Bahadınlı, 1977
“1919 yılı Ocak ayının on beşinci günü ‘bir süvari livası, bir istihkâm müfrezesi, bir batarya ve otomobilli ağır makineli tüfek kıtalarından mürekkep’ İngiliz kuvvetleri, ‘kışı geçirmek, hayvanlarına yem sağlamak’ amacıyle Antep’i işgal etmişlerdi.” Ne var ki bu kış, on bir ay yirmi gün sürmüş; kentten ayrılırken de Fransızları buyur etmişlerdi. Yenidünya Yayınları, 1977, s.17.
Hakkında: Bahadınlı, Gemileri Yakmak romanında bir yandan Kurtuluş Savaşı yıllarının siyasal panoramasını çizerken bir yandan da 1940-1970 arası Türkiye’sinin siyasal dinamiklerini aktarır. Romanda geriye dönüşlerle kurgulanan bu ikili yapıda Kürt Musdo işgal yıllarının onun oğlu Memo ise güncel olayların kahramanıdır. İşgal yıllarında Antep’in zenginleri işgalcilerle dostluk kurarken, işgale karşı direnen Anteplilere sırt çevirirler. Yıllar sonra yine aynı kişiler bu defa “vatansever” kimliğiyle zenginliklerine zenginlik katmaktadırlar. Yazar romanda bu kesimin her zaman bireysel çıkarının peşinde olduğunu tarihsel süreklilik içinde vermeye çalışmıştır. Müslüm Kabadayı, soL Haber, 09.09.2017
HAKKARİ
O
Ferit Edgü, 1977
Bayram armağanlarını topluyor köy köy.
Bir küp peynir verildi. Bir toklu verildi. Bir teneke bal verildi. Bir teneke turşu.
Defterine not etti verilenleri. Sonra jandarmalarını gönderip aldıracak.
Uzatmalı şöyle dedi bir soru üstüne Öğretmene:
Burda, gelen gelir, alan alır, vuran vurur, vurulan ölür. Kim vurdu? diye sorarsın. Kimse bilmez. Herkes bilir. Hiçbiri ağzını açıp söylemez. Bırakırsın. Çünkü vuranı bir başkası vurur. Diyeceksin ki, Peki hukuk nerde, kanun nerde? Dağın hukuku, kanunu da bu, Öğretmen. Sel Yayıncılık, 2017, s. 151.
Hakkında: Eğer O, Pirkanis’in, Hakkari’nin sorunlarına ya da gerçeklerine eğilmek amacıyla yazılmış bir roman olarak düşünülürse, belli ki pek yüzeysel, hatta acemice bulunur; ama kabul etmek zorundayız ki böyle bir yaklaşımın önce kendisi yüzeysel ve acemicedir. Hiç kuşku yok ki bir “köy romanı” ile karşı karşıya değiliz. Romanda kentlinin bu “on üç haneli, yüz on dört nüfuslu dağ köyünün’ koşullarını ‘yadırgadığına’ ilişkin bir imleme bulunmadığı gibi, Batıcı bir sevecenlik ya da bilecenlik de taslanmamış. Sadece, dillerini bilmediği insanlar arasında yaşayacağının bilincinde olduğunu vurgulamaktadır yazar… Öğrenci ve öğretmen olarak onların dilini öğrenebildiğince öğrenecek, kendi dilini öğretebileceğince öğretecektir. Füsun Akatlı [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s.439]
HATAY
Çete
Refik Halit Karay, 1939
Fakat yüksekten bakarken sanılıyor ki, herkes memnundur; her tarafta sükûnet ve refah mekân tutmuştur; işte rahat rahat tüten bacalar, işte tatlı tatlı kayan yelkenler, işte masmavi, kırışıksız deniz, işte yemyeşil, feyizli ova! Dağdan bakış böyledir, huzur vericidir. Belki Allah da daha çok uzaktan seyrettiği için dünyayı daima rahatta görmektedir. İnkılap Yayınevi, 2017, s.104.
İSTANBUL
Huzur
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1948
Hakkında: Huzur (1949), Türkçede okuduğun en güzel aşk romanı. Üstelik sadece tek aşkın, bir erkeğin bir kadına olan aşkının romanı da değil, iç içe iki aşkın romanı, birbirini besleyen, geliştiren iki aşkın: Mümtaz, Nuran’a olduğu kadar, İstanbul’a da aşıktır. Huzur’da İstanbul sadece bir güzel şehir, bir roman kişilerinin içinde yaşadığı bir çevre değildir; başlı başına bir roman kişisidir, bir sevgilidir. (…) [A]nlattığı çevrelerin roman kişileri olup olmadığına bakmaz; bir Mümtaz gibi, bir Nuran gibi, bir İhsan gibi anlatır İstanbul’u. Ama ne güzel anlatır… Tevfik Fikret’in “facire-i dehr”i, üzerindeki yüzeysel çirkinlikleri, sefillikleri, Tanpınar’ın romanında birer birer soyunarak özündeki güzelliği, tarihle tabiatın sarmaş dolaş olduğu o erişilmez uyumu gözler önüne serer. Tanpınar, dünyanın en güzel “striptiz”ini yaptırır İstanbul’a. Fethi Naci, Yüz Yılın 100 Türk Romanı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, s.207.
İZMİR
Denizin Çağırışı
Kemal Bilbaşar, 1943
Hakkında: Birçok edebiyat araştırıcısı Denizin Çağırışı’nı psikolojik yabancılaşmanın ilk örneği olarak kabul etmektedir. Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli ile bu yapıt arasında ilişki olduğunu belirtenlerin başında Ahmet Oktay gelir. Ona göre, …öykü ve romanın daha çok yurt gerçeklerini, özellikle de köy ve kent yoksullarının sorunlarını anlattığı bir tarihte yazılan Denizin Çağırışı‘yla Bilbaşar’ın farklı bir kanal açar gibi olduğu söylenmelidir. Psikolojik yabancılaşmanın ilk örneğidir bu roman. Çok daha yetkin bir örneği, uzun yıllar sonra Yusuf Atılgan yazacaktır: Anayurt Oteli. Bu iki roman arasında açık bir akrabalık bulunmaktadır. Ali Algül, “Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı Romanına Psikanalitik Açıdan Bir Bakış”. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2014, 11, (20), s. 7-26
KARS
Yelatan
Ümit Kaftancıoğlu, 1972
Hakkında: Kaftancıoğlu’nun kendi köyünü ve bir ölçüde yaşamını anlattığı Yelatan adlı roman, onun tüm yazınsal ufku ve taşıdığı imgelem, halk kültürünü kavrayış gücünü tek başına temsil edebilecek bir güce sahiptir. Yelatan, Bahtin’in “yarı ciddi yarı komik tür” bağlamında tanımladığı çokseslilik öğeleriyle örülüdür. Bir yanda mal mülk tutkunu, gözünü kardeşinin toprağına, hayvanına dikmiş aç gözlü köylü Üseyin, açlık, sefalet, yoksulluk, diğer yanda gülmeceli, şenlikli, imececi köy yaşamı vardır… Alper Akçam, Batı Rönesansında Rabelais, Türkçe Yazında Köy Enstitülüler, Sosyal Bilimler, Sosyal Bilimleri Enstitüsü Dergisi, Sayı 10-11
KASTAMONU
Yıldız Karayel
Rıfat Ilgaz, 1981
1982 Orhan Kemal Roman Ödülü
1982 Madaralı Roman Ödülü
“Eh, en sonunda siz de kavuşuyorsunuz işte yola!” dedi.
“Yolun böylesi olmaz olsun, tarla toprak elden gittikten sonra!”
“Yol dediğin böyle yapılır. Ya tarladan geçer ya topraktan… Başka nasıl olur sanıyorsun!”
“Amma hep fakirin, fukaranın tarlasından, toprağından geçiyor!” diyecek oldu. Dostluk kurar, belki yola getiririm ilerde, diye düşündü. Çınar Yayınları, 2016, s. 66.
Hakkında: Rıfat Ilgaz’ın Madaralı Roman Ödülü alan bu romanı, Karadeniz’in Kıyıcığında ile birlikte bir Batı Karadeniz panoraması oluşturuyor. (…) Yıldız Karayel‘de, yetersiz topraklarını ekip biçmeyle geçinmeye çalışan köylülerin yaşamı var. Orman ürünlerinin kesimi, kara ve deniz taşımacılığı, doğayla birlikte düzensiz bir ekonominin kurbanı olan kıyı köylülerinin bütün yaşamı ve yaşama karşı olan tutkuları. Yıldız Karayel, Rıfat Ilgaz’ın kaleminden gene bize Karadeniz’i sunuyor. Doğan Hızlan, Cumhuriyet Gazetesi 20 Mayıs 1982, s. 5.
KAYSERİ
Acemiler
Erhan Bener, 1952
Hakkında: Kayseri, roman kişilerinin aldıkları kararlarda, hayatın akışına kapılışlarında ve güçsüzlüklerini algılayışlarında en etkin öğedir. Ömer, ait olduğu toplumsal sınıfın törel yargıları altında ezilmekte; Necdet ve Nesrin’in aşkı bu küçük kentte umutsuz bir şekilde bitmekte; Tahsin için ise kent bir var oluş sorununa dönüşmektedir. İnsanlar ve olaylar bu kent içinde kaynaşmakta, kent akışa karşı koyamayan kalabalıkları barındırmaktadır. Kayseri, sokakları, kahveleri, ören yerleri, istasyonuyla roman kişileri için birere mekan olduğu kadar, kentin kimliğini yansıtan, ruhunu yaşatan ortamlar olarak da betimlenirler. Kimi zaman da kent hakkında yapılan tasvirler, izlenimciliğin dışında sembolik anlamlar kazanır. Kayseri, bu şekilde heybetli, ulaşılmaz, varlığıyla insanın toğlumun üstünde bir kent olarak belirir. Aşılmazlığıyla insanları ezer, bir örnekleştirir. Betül Mutlu, Cumhuriyet Kitap Eki, 06 Aralık 2012, s.13.
KIRKLARELİ
Bıyık Söylencesi
Tahsin Yücel, 1995
Hakkında: (…) romanın konusu, günümüzün temel sorunlarından biri: göstergenin (ya da kimilerinin deyimiyle, imgenin) toplum içinde kullanımı, işleyişi, algılanması, giderek güçlenmesi, gösterdiği şeyin yerini alması, onu gösterir görünürken, ezmesi. Bıyık, ne denli görkemli olursa olsun, yalnızca bıyıktır. Ama bizim romanda, erkekliğin, yakışıklılığın, daha da önemlisi kitlenin şanlı geçmişinin ve şanlı geleceğinin göstergesi, yani, kendi özüne dönme görüntüsü altında, bir yabancılaşma etkeni olur. Bu arada, herkesten önce, kendisini taşıyan adamı yabancılaştırır, yavaş yavaş, onda gösterir göründüğü şeyden, erkeklikten bile uzaklaştırır onu. Çağdaş Söylenler’in unutulmaz yazarı Roland Barthes, yıllar önce, bakıp usanmak bilmeden göstergenin doğallığını yıkmak için savaşmaktan söz ediyordu. Bıyık Söylencesi bunu yapıyor bir bakıma, kendi çapında, kendi araçlarıyla. Tahsin Yücel, Cumhuriyet Kitap Eki, 8 Haziran 1995, s.6
KOCAELİ
Sessiz Ev
Orhan Pamuk, 1983
1984 Madaralı Roman Ödülü
Hakkında: Bu romanında bir ailenin yetmiş yıllık geçmişini, aradan geçen yetmiş seksen yılda oluşan tarihsel gelişimi sergiliyor Orhan Pamuk. Ama doğrudan doğruya tarihle bağlantılı olan bu romanı, bir tarih kitabı okur gibi okumuyoruz. (…) Orhan Pamuk bu romanında Osmanlı’dan bu yana gelen siyasal çizgiyi, Doğu’yu iyiden iyiye aşağılayacak kadar Batı hayranı Osmanlı aydınını, günümüz Türkiyesinde çeşitli katmanlardan tiplerle birlikte geçmiş dönemde yaşanan siyasal olayları kendisi için yeni denilebilecek bir anlatım tekniğiyle sergilemeyi amaçlamış. Zeynep Özkan, [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, 2015, Evrensel Basım Yayın, s. 517]
KONYA
Küçük Ağa
Tarık Buğra, 1963
Hakkında: Her yazarın gönlünde bir büyük konu yatar. Hatta bunu yazmak için doğmuştur. Benim için de Küçük Ağa böyledir. Neden mi? Garp Cephesi Komutanlığı Akşehir’e geldiğinde 3.5 yaşındaydım. O günlerden bir takım fotoğraflar kaldı kafamda. Yaralıların yatırıldığı okul evimize komşu olan binaydı. Sedyeler bahçeye taşmıştı. İniltiler, feryatlar, sayıklamalar kulağımıza gelirdi. Cepheye sevk edilen askerlere kapı önlerinde su verirdik. Top sesleri duyulurdu. Bunlar birer fotoğraf gibi kazındı beynime. Savaşın önemini düşünmeden kavradım. Önce Ağır Ceza Reisi, sonra avukat olan babam kasabada saygın bir kişiydi. Topal Gazi diye anılan bir arkadaşı vardı ki üstü başı dökülürdü. Onunla yazıhanesinin arka odasında oturup akşamları bir-iki kadeh içtiklerini gördükçe üzülürdüm. Yakıştıramazdım babama bu adamla dostlu etmesini. Bir gün eve dönerken, Belediye Meydanı’nda bunu kendisine söyledim. Hayatım boyunca babamdan yediğim ender tokatlardan biri işte o an suratıma indi. “Kim o, biliyor musun?” dedi babam. Ben ağlıyordum. Eve vardığımızda anlattı. Topal Gazi Kurtuluş Savaşı kahramanlarındandı, büyük yararlıklar göstermişti. Sanırım Küçük Ağa‘daki Çolak Salih tipi o zaman yer etti kafamda. Yazar oldum, konu peşinde sürttüm durdum. Ama alttan alta hep Küçük Ağa, hep Kurtuluş Savaşı işledi. Yakından tanıdığım, törelerini, değer yargılarını bildiğim insanları o çetin dönemeçte anlatmak istedim. Tarık Buğra, Cumhuriyet Gazetesi, 25 Mart 1984, s. 14
MALATYA
Namuscular
Kemal Tahir, 1974
Hakkında: [Namuscular‘da] Kemal Tahir, gazeteci Murat’ın kişiliğinde daha çok kendi yaşantısını dile getirmiştir. Sahife kenarlarına koyduğu notlardan anlaşıldığına göre, bütün mahpusların uyuduğu korkunç hapishane gecelerinde sabahlara kadar çalışarak bu sarı defterleri üst üste yığmış, korkunç hapishane yıllarını, oradan oraya sürülmelerini tadına doyum olmayan türkçesiyle anlatmıştır. Anadolu hapishanelerinin koyu zindanları, gerçek insan sömürüsü, mahpusların ıstırapları, sevinçleri, heyecanları, bütün bunların hepsi otantik olarak verilmektedir. Kişiliğini yapan görülmemiş cesaret, metanet, soğukkanlılık, şakacılık ve insancıl davranışlar, bu romanlarında da açıkça görülüyor. Eşi Semiha Kemal Tahir, Namuscular, İthaki Yayınları, 2008
MANİSA
Anayurt Oteli
Yusuf Atılgan, 1973
Bir iki iki delik
Keçeci Zade Malik
Arap rakamlarıyla ‘bir, iki, iki delik’ bin iki yüz elli beş ediyor; şimdiki tarihle bin sekiz yüz otuz dokuz. Caddeye bakan yüzü aşı boyalı. Üç mermer basamakla çıkılan dış kapı iki kanatlı, yarıdan yukarısı camlı, demir parmaklıklı, kapının iki yanındaki iki büyük pencere de parmaklıklı; öteki katların pencerelerinde parmaklık yok. Kapının üstündeki kemerde koyu yeşil üstüne ak yazılı büyük teneke levha: ANAYURT OTELİ. Can Yayınları, 2017, s. 13.
Hakkında: Ahmet Hamdi Tanpınar Hocamın roman konusunda en çok tekrarladığı cümlelerinden biri şuydu: “Bir romanda verilebilecek şeylerin azamisi, ferttir. ” İşte bu kitapta o var. Pek çok yazarlarımızın, hep olaylar dizisini ön plana almak, gerçeği taklitle yaşatmak eğilimi yüzünden ihmal ettikleri insan. Üstelik bir otelde, gözününde; on sekiz yıl boyunca kimsenin bakmadan, görmek gereğini duymadan, tanımak ihtiyacını düşünmeden önünden gelip geçtikleri sıradan bir insan… (…) Özellikle Cumhuriyet sonrası edebiyatımızda yazalarımız, sorumlu bir görevliliğin gereiyle bize nice “küçük insan” tanıttılar. Arada “mariz tipler” diyebileceğimiz hasta ruhların düğümlerini açıklamaya çalışan emekler de oldu (…) Ama hiçbirisinin eserinde, bir insanın doğum öncesindeki kuşaklar kalıtımından başlayan oluşumu – kendini bir şeyler sanmanın umutlariyle birlikte- yalnızlık ve sevgisizlik dünyasının deliliğe varılan sınırlarına kadar böylesine başarıyle ve inandırıcılıkla işlenmemişti sanıyorum. Rauf Mutluay, Cumhuriyet, 20 Aralık 1973, s. 6.
MARDİN
Tüfekliler
Ümit Kaftancıoğlu, 1974
“Ere ere, bese lo, Kemalo başo” derler.
İşte şatonun görüp gördüğü devrim budur. Onun dışında Atatürk’ten, devrimlerden iz bulmak olanağı yoktur. Bir de şatodakilere verilen soyadı. Remzi Kitabevi, 1974, s. 47.
Hakkında: 1970’li yıllardan itibaren genel olarak öykü ve romancılığımızda gözlenen yönelimlerin farklılaşması sürecinde Ümit Kaftancıoğlu, özellikle Tüfekliler (1974) romanıyla feodal kalıntıların siyasal iktidarla ilişkilerini ele alır. Ağa, aşiret, politikacı ekseninde kök salan kirlenmenin, nasıl bir tortu üzerinde boy verdiğini ayrıntılarıyla sergiler. Feodal gerilimin, kent siyasal yaşamıyla birlikte işlenişinin çarpıcılığı, onun bu çalışmasında, otobiyografik çerçevenin bir aşiret tipolojisine yansıtılışı bakımından önemli bir eksene oturur. Bu yapıt aynı zamanda Türk edebiyatında feodal beylerin, cumhuriyet dönemi içerisinde siyasal iktidarla ilişkilerini irdelemek, siyaset ve hükümet etme kurumlarının, güçlü bir sanatçı önsezisiyle, 1990 ve 2000’li yıllardaki yerel ve ulusal ölçekteki izdüşümünü görmek bakımından da önemlidir. Bu gerçeklik, Kaftancıoğlu gibi, diğer enstitülü yazarların öngörülerinin nasıl tarihsel bir bilinçle perçinlenmiş olduğunu görmek bakımından önemlidir. Halkı; paylaşımcı olduğu kadar yeri geldiğinde nasıl da çıkarcı olduğuyla, direngen olduğu kadar yeri geldiğinde nasıl da üzerine ölü toprağı serpilmiş bir halde teslim olabilirliğiyle de tanıyabilme ayrıcalığıdır. Metin Turan, http://www.telgrafhanesanat.org/edebiyatta-kisilik-ve-umit-kaftancioglu-1756.html
MUĞLA
Aganta Burina Burinata
Halikarnas Balıkçısı, 1945
Hakkında: Ölüleri, dirileriyle, balıkçıları, açık deniz gemicilerinin yaşayışlarını anlatan Aganta Burina Burinata (1946), Halikarnas Balıkçısı’nın en iyi eseridir. Bilinen roman ölçülerine uygun, mekan içinde, bütün zaman içinde genişliğine ve derinliğine işlenmiş, kişileri konuya göre kademelendirilmiş, muvazeneli bir kuruluşu yok. Burada eserin asıl kişisi ‘deniz’dir, tabiat ortasındaki muhteşem ve mitolojik varlığı ile ‘Ege Denizi’. Kişiler, denizi anlatmak için birer bahanedir; deniz herşeyin üstünde varlığını duyurur. Rüzgarın, denizin üstünde yaşanların hallerini anlatırken olduğu kadar hiçbir yerde kılı kırık yararcasına itinalı değildir. Karaya ait konularda sıkıntılı, tez canlıdır. Ama denizin gece, gündüz, fırtınalı, sakin hallerindeki güzelliği tasvir ederken, yazarın; insanları da meselelerini de ikinci plana bırakışını bazen haklı buluruz. Tahir Alangu [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 102]
NEVŞEHİR
Unutkan Ayna
Gürsel Korat, 2016
2017 Orhan Kemal Roman Ödülü
Bu söz, Çerçi Boğos’un aklından şöyle bir geçti. Bir tanıdığı söylemiş de aklında kalmış gibi. Gökyüzü karanlıkla sarmalanmıştı, yıldızlar ışıl ışıldı, bir bağ yolunda durup atını dinlendirirken, uzaktan uzağa şakıyan bülbülün sesini dinleyerek elindeki kayısı kurusunu ağzına attı; sonra meyvenin ekşiliğini damağında duya duya ölümü düşündü, dilini dudağını büzerek geceyi dinledi. İğde ağaçlarının çiçek açma zamanıydı, yol boyunca dizili ağaçlardan iğde kokusu geliyordu.
“Vurulup ölsem” diyerek kahırlandı Boğos, başını dünya boş anlamında sağa sola salladı, “Nevşehirliler bana acıyacak değil ya…” Yekinip ayağa kalkmak için elini yere bastırdı, ıhlayarak doğruldu; yük taşımaktan beli incinmiş olmalıydı, kayısının ne de güzel ekşisi vardı.
Vurulup ölsem… Nevşehirli bana acımaz da, artık kimsenin getirmez olduğu kayısı kurularına, pestillere, pekmezlere acır. Kim getirecek bunları, tek çerçimiz oydu, der. Yapı Kredi Yayınları, 2016, s. 13.
Hakkında: Kapadokya’yı yazarken kendi içimde dolaşıyorum. Orayı anlatırken ölümsüzlüğü sınamak kadar yanıltıcı bir duyguyla göneniyorum. Kapadokya’nın ışığı, dokusu, kokusu, dili, tarihi, evleri, bulutları, otları, kayaları, yolları, bu dünyanın hiçbir yerinde hissetmediğim bir “ben’e dönüş” yaratır içimde. Kanımca yazar, kendi bedeninde ve ruhunda tüm insanlığı sınar; bunu yapıyorum evet ama kendi bedenimi, aklımı ve düşlerimi de Kapadokya’da sınıyorum. Bunu yapabildiğim tek yer orasıdır. Gürsel Korat, Cumhuriyet Gazetesi, 18 Nisan 2016.
NİĞDE
Küçük Paşa
Ebubekir Hazım Tepeyran, 1910
-Pekala, peygamber kimdir?
-Allah’ın torunu.
-Babası kimdir?
-Adem babamız.
-Anası da Havva anamız olduğunu tabii bilirsin, sormaya hacet yok. Namaz nedir?
-Köyde erkeklerden bazıları boş kaldıkça kılar, dişi ehliler kılmaz; sevaplı bir iştir.
-Devlet nedir?
-(Bu kadar basit bir sual ile tahmik edildiğine canı sıkılmış gibi bir tavır ile) Bunu herkes bilir: Köylerden vergi asker alır; vakat (fakat) kendisi gelmez, kuduz gibi zabityeleri (zabtiyeleri) saldırır, zift gibi yapışan tasildarları (tahsildarları) yollar. İnkilap Yayınları, 2011, s. 36.
Hakkında: … Küçük Paşa, edebiyatımızda Karabibik’ten sonra köye yönelen ikinci eserdir. Orta Anadolu’nun -belki Niğde’nin- yoksul köylerinden birinin yaşama koşulları, bir ana ile oğulun başından geçenlerin çevresinde verilmiştir. (…) [G]erek çevrenin ve olayların anlatılışı, gerek kişilerin ruh hallerinin çözümlenmesi bakımlarından eserde, yer yer, gerçekten başarılı noktalar vardır. Fakat bütünüyle Karabibik’teki başarıya ulaşılabilmiş değildir. Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, Kapı Yayınları, 2016, s. 311.
SAKARYA
Sarduvan
Faik Baysal, 1944
1994 Orhan Kemal Roman Ödülü
Hakkında: Türk (Anadolu) köylüsünün 20. yüzyıl içindeki yaşam (ölüm kalım) savaşımında bütün bir insanlık dramını başarıyla dilegetiren, bir toplumun en alt kesimi sayılan “ayaktakımı”nın ezik, acıklı dışlanış serüveninde bütün insan topluluklarının hala en büyük ayıbı “ayrımcılığın kıyımı”nı güzel Türkçesiyle eşsiz bir tablo inceliğiyle dokuyup çizen çok değerli yazarımız Faik Baysal’ı bir kez daha selamlıyorum. Onun ancak Kazancakis, Gorki, İstrati, Şolohov türünden büyük yazarlara özgü “Akdeniz havzası duyarlılığı” önünde saygıyla eğiliyorum. Tansu Bele, 7 Ekim 1993 Cumhuriyet Kitap Eki, s. 8.
SAMSUN
Savaş ve Açlar
Hasan İzzet Dinamo, 1968
“Kumandan, Kumandan, altı boğazı bir lirayla mı doyuracağum?”
(…)
“Al bunları, çocukların karnı boş kalmasın. Tersliğe bak ki çocukların hepsi de küçük. Tabakhaneye köpek boku toplayamayacak kadar küçük. Yoksa rejiye gönderir, tütünde çalıştırır, olmazsa sırtına bir teneke bağlayıp eline bir maşa vererek köpek boku toplatırdın. Ne yazık ki senin yavrular, bunların hiçbirini yapamayacak kadar küçük.” Tekin Yayınevi, 2017, Sf.201
Hakkında: Ben çocukluğumdan beri savaş düşmanı ve barışseverim. Bunu bende büyütüp çiçeklendiren de Birinci Dünya Savaşı’nın içime yerleştirdiği karanlık ve korkunç savaş kompleksi olmuştur. Enver Paşa’nın Sarıkamış fatihi olmak isterken Allahüekber dağlarında karlı tipili bellerinden aşırıp öteye düşürmek istediği yüz bin talihsiz Türk ordusunun saflarında, babam Ahmet Çavuş’la ağabeyim Ali de vardı. Bu iki halk çocuğu da Allahüeker dağlarının o korkunç tipileri arasında seksen bini aşkın Türk çocuğuyla bozulup gitti. Henüz beş yaşında bir çocuk olan benim için savaşın anlamı işte buydu. Eve ekmek getiren babamla ağabeyimin bir daha dönmemek üzere alıp giden savaş yılları, bize bol bol açlık ve ölüm getirmişti. Kardeşlerim açlıktan kırıldılar. Annem kahrından ölüp gitti. (…) İşte Savaş ve Açlar romanı, Allahuekber dağlarının tipileri arasında boğulup giden iki Trabzonlu askerin Samsun’da açbiilaç bıraktığı kalabalık çoluk çocuğun korkunç öyküsüdür. Hasan İzzet Dinamo [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 202]
SİİRT
Sürgün
Behzat Ay, 1975
Hakkında: Behzat Ay, sürgünden sürgüne gezmiş bir aydın olarak, elbette, günün birinde bunların ürününü verecekti. İşte onun çoktan beri elimde bulunan Sürgün kitabını, daha doğrusu romanını okurken sürekli ayaklanış duygulariyle sarsıldım. Gerici, faşist düzenin, kaynak suları gibi tertemiz, idealist bir özle dopdolu, son kerte çalışkan bir ilk öğretim müfettişini güney doğu illerimizin kayalıklarında yaralı bir keklik gibi sektirerek dolaştırıp yıpratmasını ayaklanmadan okumak elde değil! Kara düzen, çok pahalıya mal olmuş en gerekli aydınları acımaksızın harcamak uğruna nasıl harıl harıl, koordine çalışıyor. (…) Ben de belki bu kara düzenin ilk kurbanlarından bir öğretmen olduğumdan olacak, Behzat Ay’ın yazdıkları içimdeki çok eski yaraları bir kez daha depreştirdi. (…) Belki hiçbir ulusun tarihinde, zamanımızda olduğu gibi, öğretmen, siyasal yöneticilerden böyle aşağılama, kıyım görmemiştir. Burjuvazinin temsilcileri, öyle çok mal mülk yağmasına koyulmuşlardır ki, işçi sınıfına bunun kırıntısı düşmesin diye onu aydınlatmağa, en insancıl hakkı olan okuyup yazmayı onlara öğretenlere düşman kesilmiş, on bin öğretmeni işçi olarak Almanya’ya kaçırtmış, bana bir sözcük öğretenin kulu kölesi olurum diyen kutsal deyişlerin üstüne yürümüştür. Hasan İzzet Dinamo, Cumhuriyet Gazetesi, 13 Ağustos 1976, s. 6.
SİVAS
Ateş ve Kuğu
Burhan Günel, 2004
2005 Yunus Nadi Roman Ödülü
Hakkında: Sivas olaylarında tarafım ben. Romanı, uzun bir şikâyet dilekçesine benzetirsek; yakınmacı durumundayım. Sıcağı sıcağına yazsaydım duygularımı bastıramayacaktım. ‘Taraf’ olduğum çok belirginleşecekti. Dolayısıyla, yazdığım metin büyük olasılıkla roman olamayacaktı. On yıl, olaya ve sonrasındaki olguya biraz daha serinkanlı yaklaşmamı sağlayabildi. Bunun dışında, her şey yerli yerinde duruyor. Yaşarken de yazarken de biliyordum bunun böyle olduğunu. Yazdıktan sonra yaşadığım süreçte, yangınının sürekliliğini iyice kavradım. Hem bireysel hem toplumsal yanıkların sızısını her an duyuyorum.” Burhan Günel, Varlık Dergisi Kitap Eki Eylül 2005, s.4.
TUNCELİ
Cemo
Kemal Bilbaşar, 1966
1967 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
Hakkında: Önce şunu belirtmeliyim; roman çapında beslenip gelişmiş bu serüven, Cano’nun, Cemo’nun, Memo’nun, Senem’in aşk ve dövüş yaşantılarıyla renkli bu Doğu Anadolu hikayesi: Konusuna denk düşen ilkel ve tatlı anlatımı, vazgeçilmez ağız taklitleri ve kelime tasarruflarıyla zengin bu gerçek masal dünyası, kahramanların görüş ve gösteriş öznelliğiyle kişisel bir tahkiye örneğidir. Ne yalnız bir hikaye, ne alışılmış bir roman… Belki bir halk hikeysi, bir destan tadında basitliğiyle büyük, yontulmamış dev bir anıt gibi güzelce, kaba, yepyeni ve benzersiz bir eser. Samih Emre [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 212]
ŞANLIURFA
Eşkıya Kuza
Osman Şahin, 2017
Büyük aşiretlerin kendilerine özgü bir tür iç mahkemeleriydi onlar.
Yaşlılar Heyeti üç kişiden oluşurdu. Üçü de hacca gitmiş gelmiş yaşlılardan seçilirdi. Sakallarına kına gözlerine sürme çekerlerdi, yaz günü ayaklarına yumuşak deriden mestler geçirir giyerlerdi.
Yaşlılar Heyeti, sorguya çekecekleri erkekle kadını, eşit görmedikleri için onları karşılarına almaz, yan yana oturtmazdı. Erkek, dört adım önde, minder üstüne diz çökmüş olurdu. Kadın dört adım geride, hasırın üstüne oturur, yalnızca gözlerini açıkta bırakırdı.
Soruları ortadaki kına sakallı sorardı. Kına sakallı sorgularken kadın ağzını asla açamaz, konuşamazdı. Konuşması yasaktı. Kına sakallılara göre, kadın günah sebebiydi. Havva Ana gibi “elma şeytanı”ydı. (…) Kadının konuşması yasaktı. Konuşma yerine avuç içi büyüklüğünde yuvarlak bir dere taşı konulmuştu kadının elinin altına. Soru sorulunca kadın taşı eline alır, yanıt yerine “küt küt” vururdu yere. Kadının ne kadar şikayeti varsa taşı da o kadar yere vururdu. Taşın çıkardığı küt küt sesleri, konuşma yerine geçerdi. Can Yayınları, 2017, sf. 49.
Hakkında: Osman Şahin’in “Eşkıya Kuza”sı şiddet, intikam, sevdiğini kaybetme ve doğuda kadın olma üzerine düşünmemizi sağlayan bir roman. Bir soru takılıyor akla: Kaç kişi öldürüldüğünde intikam alınır? Kaç kişinin ölmesiyle biter kan davası? Asuman Kafaoğlu Büke, Cumhuriyet Kitap Eki, 08 Haziran 2017, s. 6.
UŞAK
Toz Duman İçinde
Talip Apaydın, 1974
– Yıkın ulen, yıkın! Çıkarın çarıklarını! Dürzüler sizi! Oyun mu oynuyoruz burada ulen? Devlete borcunu vermeyen dürzünün kemiklerini kırarım ben. Vurun, gebertin!
Adamı yıktılar. Ayaklarını tüfeğe geçirip sopayla vurmaya başladılar. Zaptiyelerden birisi geride duruyordu. O pek karışmıyordu nedense. Ama öbürleri pek iştahlıydılar. Vurdukça adam sarsılıyor, tozun toprağın içinde debeleniyor, bar bar bağırıyordu.
İbrahim Bey dayanamadı.
Bırakın şunu Başefendi, dedi. Buğday saklayacak adam değil o. Beceremez. Zavallıın biri.
Zaptiye başı gülümsedi,
– Maksat köylüye gözdağı vermek ağa, dedi. Saklamak isteyen olursa ibret alsın. Literatür Yayınları, 2017, s. 97.
Hakkında: Tarihi romanlarımız sıradan kahramanlık “menkıbeleri” olarak sunulduğu ve tarihsel romanların böyle olması gerektiği biçimindeki bir algı egemen olduğu için ne yazık ki yakın döneme, özellikle müthiş bir aydınlanma yaşadığımız 1940’lı yıllara kadar genellikle tarih bilincinden habersiz “romansılar” tarihten de soğutmuştu okurları. Talip Apaydın’ının “Toz Duman İçinde“, “Vatan Dediler” ve “Köylüler” adını taşıyan romanları sağlam tarih bilinci ve olanca gerçekliğiyle bugünleri anlamak için önemli bir fırsat… Öner Yağcı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki, 03 Kasım 2016, s. 14.
YOZGAT
Yılkı Atı
Abbas Sayar, 1970
1970 TRT Roman Başarı Ödülü
Hakkında: Görünüşte etkili ve duygulu bir hayvan hikayesi; ama sadece o kadar değil. Bir toprağın kısmetini paylaşmakta aynı çaresizliklerde birleşen insanlarla hayvanların ortak kaderi. Yerel ağız özelliklerini koruyarak, duygularını ve davranışlarını ilettiği kişileri kendi koşulları içinde izleyerek yazılmış gerçekçi bir gözlem. Toplumsal dayanışmadan yoksun dar çevrenin insafsız yokluğu içinde yalnız kendi evini, yalnız kendi çiftini, yalnız kendi kurtuluşunu düşünen; hayallerinde bile aynı çıkarcı davranışla çevresini ezen karamsar bir bencillik. (…) Duygulu bir hayvan hikayesi değil, anlamlı bir köy gözlemidir eser. Saygı ve özen gösterilmesi gereken bir ilk eser. Rauf Mutluay [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 322]
ZONGULDAK
Yanartaş
Mehmet Seyda, 1970
1970 TRT Roman Başarı Ödülü
Hakkında: Romanda [Yanartaş] yalın olarak bir çok alıntıya, bir çok belgeye yer verdiğim için “belgesel roman” deyimini bilerek, ısrarla kullanıyorum. Meclis tutanaklarından, devlet büyüklerinin söylevlerinden, antlaşma metinlerinden… Aldığım belgelerin roman kişilerinin yaşantılarına yansıyan etkilerini kitabı okudukça göreceksiniz. Mehmet Seyda, Cumhuriyet Gazetesi, 13 Mayıs 1970, s. 6.
AKSARAY
Bizim Köy
Mahmut Makal, 1950
Bu duvarlar 1945’te yapılmış, bu yıl da örtülmeseydi, yağmurdan çökecekti. Nitekim, daha 1936’da da bir okul için böyle dört duvar yapılmış, ama üstü bir türlü örtülemediğinden yıkılmaya yüz tutmuş, köylü taşlarını bölüşmüş.
Zaten kendileri de demiyorlar mı, “Efendi, bu yıl seni göndermeselerdi, bunu da yıkardık. Beş-on yıl daha rahat ederdik. Ama olmadı işte…” Literatür Yayınları, 2017. s.107.
Hakkında: Köy Enstitülü yazarların içinde ilkin edebiyat dünyasına düşüp tartışılanı, bir anlamda Köy Enstitülüler içinde ön alanı Mahmut Makal, salt acı gerçekleri gün ışığına süren bir yazar değildir. Onun cümleleri kısadır, süssüzdür. İçlerinde Şamanizmin izleri sezilir. Abartmasızdır. Olanı olduğu gibi, dolaysız söyler. Anlattığı yerlerin, koşulların, kişilerin diliyle yazar. (…) Hatta Makal’la Türk düzyazsının yönü, anlatım biçemi değişmiştir. Bu görüşümü sivri bulacaklara, hani Mahmut’tan önce Anadolu’ya değindiği, köyü anlattığı söylenen o Karabibik‘ten, Küçük Paşa‘dan, Yaban‘dan birer paragraf, bir de Mahmut’tan bir paragraf alıp karşılaştırmalarını öneririrm. O zaman, Köy Enstitülü yazarların, özellikle Mahmut Makal’ın Türk diline, anlatımına, düzyazısına neler getirdiğini göreceklerdir. Osman Bolulu, Cumhuriyet Kitap Eki, 16 Nisan 1998, s. 5.
BAYBURT
Komünist İmam
Hasan Kıyafet, 1969
Bu söylediklerime kulak verirsen, şu gördüğün ulu doruklar, bir ana içtenliğiyle bağıma basar seni. Bir baba olup kanatlarını gerer üstüne. Alıcı kuşlara kaptırmaz yavrusunu. Yakın örneği olaraktan al beni. Ben onları ana ata, onlar da beni öz oğul edindiler. Yıllardır koyun koyuna geçinip gidiyoruz işte… Ceylan Yayınları, 3013, s. 40.
BARTIN
Yeşil Gölge
Kemal Bilbaşar, 1970
1970 May Roman Ödülü
Hakkında: Yeşil Gölge, Cumhuriyet dönemi toplum yaşantımızın 1946’larda Karadeniz bölgesinden alınmış bir kesintidir. Roman bir yandan halkçı geçinen, yozmuş bir iktidarın küçük-kasaba temsilcilerini, onların kurdukları soygun düzeninini, kirli işlerini, gaddarca tertiplerini, işbaşında kalmak için cinayetten bile çekinmediklerini ortaya koymakta; öte yandan Atatürk devrinde sinmiş, gizlenmiş gerici güçlerin -ağaların, eşrafın ve şeriat takımının- yeni kurulan partiyi iktidara getirmek için nasıl el ele verdiklerini, nasıl hazırlandıklarını (…) anlatmaktadır. Yeşil Gölge, (…) 1945’te Kadırga adıyla oyun olarak yazıldı, CHP’nin oyun yarışmasına katıldı. Jüri, Kadırga’yı ikinci ödüle layık gördü. Ne var ki parti sorumluları, toplumcu yazarlığımı muhaliflikle yorumlayarak bu ödülü iptal ettiler. Kemal Bilbaşar, Cumhuriyet Gazetesi, 21 Ocak.1995, s.15.
ARDAHAN
Kanlıderenin Kurtları
Dursun Akçam, 1975
1976 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
“Viran olasın Çeşmir, nice zulumlar başımızda!”
Çeşmir, Anadolu’nun kuzeydoğu ucunda. Orada başı göğe değen dağlar var, her daim dumanlı dağlar. Kış gelende bel verir, yol vermez dağlar, bulutlarla oynaşan, fırtınalarla söyleşen…
Bu dağların derinlerinde bir nokta, kışın aklığında, yazın yeşilinde kara bir lekedir Çeşmir köyü. Sınırları dardır. Bir yanında Evliyatepesi, öbür yanında Boncuksırtı. Sakora tepesi daha uzakçadır. Ötelerden Emirdağ’ın başı görünür. Evliyatepesi’nde, Evliya Hazretleri, Çeşmir köyünü korur. Karakolun yolu Boncuksırtı’ndan aşar. Emirdağ’ın başından yağmur gözlenir. Eteklerinde Bekir Bey’in sürüleri… Arkadaş Yayınları, 2013, s. 5.
Hakkında: Dursun Akçam, Kanlıdere’nin Kurtları adlı romanında gördüğü, yaşadığı gerçekleri, yakından tanıdığı insanları, bu insanların çilelerini anlatıyor. Belli, söylemek istedikleri yıllar yılı birikmiş Dursun Akçam’da; bunun için roman yapısı, anlattıklarının bu yapı için gerekli olup olmadığı pek ilgilendirmiyor onu, söyleyeceğini söylüyor. Söyledikleri alabildiğine acı, alabildiğine kahredici; insanı etkilemesi için ayrıca bir romancı ustalığı gerektirmeyen acılıkta, kahredicilikte gerçekler. Dili temiz. Anlatışı sürükleyici. Fethi Naci, 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Gelişme, Gerçek Yayınevi, 1990, s. 284.
IĞDIR
Ağrı Dağı Efsanesi
Yaşar Kemal, 1970
Ağrıdağının yamaçları böyle taş olmuş adamlarla dolu. Ağrı, doruğuna çıkanı, orayı göreni, ateşini çalsın çalmasın, hiçbir zaman bağışlamamıştır. Yapı Kredi Yayınları, 2014, s. 100.
Hakkında: Dağlar insanoğlunun en çok uğraştığı tabiat parçalarıdır. Büyük aşklar dağlarda geçmiştir. Sonra dağ insanı öbürlerinden çok başkaldırmayı, kafa tutmayı bilir. Özgürlükleri için en çok başkaldıran dağ insanlarıdır. İşte Ağrıdağında geçen bu kadim aşk efsanesinde halkı yüzyıllardan beri -hep kullanırım bu deyimi- üstünden binlerce yıl su geçmiş çakıl taşları gibi güzelleştirmiştir bu efsaneyi. (…) Benim yarı efsane, yarı gerçeği anlatma yolunda bir tutkum var. Ağrı Dağı Efsanesinde bunu daha çok yoğunlaştırdım. Ben iki büyük gücün sonsuz yaratıcılığına inanıyorum. Biri doğa, biri halk. Gücüm yettiğince bu romanda, bu iki büyük gücü bir araya getirdim. Yaşar Kemal [aktaran: C. Çetin, İnce Memed’in yazarı ünlü romancı Yaşar Kemal ilk aşk romanını yazdı, Hürriyet, 1970)
OSMANİYE
İnce Memed
Yaşar Kemal, 1955
Biraz daha içeri, bir taraftan Anavarzaya, bir taraftan Osmaniyeyi geçip İslahiyeye gidilecek olursa geniş bataklıklara varılır. Bataklıklar yaz aylarında fıkır fıkır kaynar. Kirli, pistir. Kokudan yanına yaklaşılmaz. Çürümüş saz, çürümüş ot, ağaç, kamış, çürümüş toprak kokar. Kışınsa duru, pırıl pırıl, taşkın bir sudur. Yazın otlardan, sazlardan suyun yüzü gözükmez. Kışınsa çarşaf gibi açılır. Bataklıklar geçildikten sonra, tekrar sürülmüş tarlalara gelinir. Toprak yağlı, ışıl ışıldır. Bire kırk, bire elli vermeye hazırlanmıştır. Sıcacık, yumuşaktır.
Üstleri ağır kokulu mersin ağaçlarıyla kaplı tepeler geçildikten sonradır ki, kayalar birdenbire başlar. İnsan birden ürker. Kayalarla birlikte çam ağaçları da başlar. Çamların birer billur pırıltısındaki sakızları buralarda toprağa sızar. İlk çamlar geçildikten sonra, gene düzlüklere varılır. Bu düzlükler boz topraktır. Verimsiz, kıraç… Buralardan Torosun karlı dorukları yanındaymış, elini uzatsan tutacakmışsın gibi gözükür. Yapı Kredi Yayınları, 2016, s. 9.
Hakkında: Bir kez verilmiş olan Varlık Roman Armağanı’nı kazanan İnce Memed, dünya dillerine en çok çevrilen, Türkçe’de en çok basılıp satılan eserlerin başında gelir. İnce Memed, hem haksızlıklara baş kaldıran, hem kişisel direnişiyle öce adanan, hem toplum düzensizliklerine çare bulan yiğitliğiyle halkımızın büyük özlemine cevap veren yiğit bir eşkiyadır. Şiirsel ve coşkulu bir anlatımın tadıyla iletilen romanda onun kişiliği, bir amaca bağlanmış insan iradesinin sonsuz dayanışıyla sürer. Kitap sonunda ortadan kaybolan kimliği, yazarına ikinci bir cilt yazdıracak kadar güçlüdür. Rauf Mutluay, 50 Yılın Türk Edebiyatı, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 608.
DÜZCE
Karadeniz’in Kıyıcığında
Rıfat Ilgaz, 1969
Kaç gündür sürüp giden karayel, sabaha doğru maynalamıştı. Kıyıya güçlüle varabilen ölü dalgalar kalmıştı. Gündoğusu-poyraz arası bir rüzgar esiyordu Ereğli üzerinden.
Semender’in karnını iki yandan saran, kalın gedebot, dört kollu ırgata dolanmıştı. Irgatın dibinde oturan yaşlı bir gemici, motor felekleri üzerinden kaydıkça halatı kalma ediyordu. On ton iç fındık vardı Semender’de. Halat elinden bir kurtuldu mu ne motorun hayrı kalırdı, ne fındık çuvallarının… Temel Reis’in bir gözü motorda, bir gözü ırgattaydı. Biraz yana yattı mı motor, iki kolunu kaldırıyordu:
“Hooop!”
(…) Recep, makinesinin kolunu bırakmış, hemen önündeki pencereden Semender’in yüzdürülmesini izliyordu. (…)
“Heey, bırak dalgayı da işine bak! Motor, daha on ton fındık alacak!” (…)
“Bir de bakıyor hayın hayın!” dedi. “Sen dalga geçersen kim kıracak fındıkları!”
“Kırılmışı var!” dedi. “Kızları boş mu bırakıyorum ben!”
“Sen karışma kızlara… Boş oturur, dolu oturur. Sen kendi işine bak! Haydi tükür avuçlarına!”
Gerçekten de tükürdü avuçlarına, karşısındakinin yüzüne tükürür gibi. Yapıştı makinenin koluna, haznedeki fındık bitene kadar bir daha bırakmadı bu kolu. Çınar Yayınları, 2017, s.130
Hakkında: Yılın en güzel romanlarından biri. Başlangıcına aldırmayın. Akçakoca kasabasının dilim dilim tanıtımıyla gireceğiniz kitapta belki çok sürükleyici bir tempo göremeyip sabırsızlanacaksınız. (…) Ne var ki abartılmamış ölçülerde, bir kasaba hayatının eksenlerini yansıtarak; hem batmayan bir gerçekçilik yöntemi, hem de umutsuzluğa düşürmeyen insan güveniyle. (…) Rıfat Ilgaz yaptığı işin bilincinde ve bütün hikayelerin düşebileceği romantik iyimserliklerden tam ölçüsünde uzakta. Rauf Mutluay, [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 217.
ADANA
Bereketli Topraklar Üzerinde
Orhan Kemal, 1954
Yağmurda ıslana, güneşte tüte kururlar. Torbalardaki tandır, yufka dürümleri tükenip çarşı ekmeğine verilecek son kuruşlar da suyunu çektikten sonra, aç çocukların feryadı göğe yükselir. [Önemli değildir. Peygamberler Allah adına sabır getirmişlerdir ya, hiç önemli değildir aç çocukların göklere yükselen feryadı. Ölseler bile ne? Öte dünya vardır, birer kuş gibi uçacaklardır Cennet-i ala’ya. Everest Yayınları, 2014, s. 178
Hakkında: Ve bu bereketli topraklar üzerindeki emekçiler, kendi küçük ve dar dünyalarında bir başlarına çırpınıp durmaktadırlar. Toprak reformunu yapamamış, sanayileşmesini gerçekleştirememiş azgelişmiş bir ülkede, Türkiye’de, köylü-işçilerin kahırlı hayatlarını yansıtır Orhan Kemal. Roman, belirli bir tarihsel anı unutulmayacak bir ustalıkla tespit ettiği için, tarihi ve sosyal gerçekliği, ele aldığı insanları gerçeğe uygun olarak gösterdiği için güçlü ve kalıcı. Orhan Kemal’in en güçlü romanı, bence. Fethi Naci, Yüzyılın 100 Türk Romanı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2007, s. 302.
AFYON
Alinin Biri
Fahri Erdinç, 1958
Hakkında: Alinin Biri romanında Fahri Erdinç, Türkiye tarihinden bir kesit sunuyor. Bu kesitin sunuluşunda, Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla kurulan ülkenin tarihsel gelişimi içindeki bir gerçeklik, emekçi köylünün toprak özlemi öne çıkıyor. Alinin Biri, bu doğrultuda verilen, köylü için bağımsızlığın toprak, özgürlüğün de işlediği toprağa sahip olmakla başlayacağını vurgulayan bir mücadelenin romanı… Cumhuriyet Kitap Eki, 20 Aralık 2007, s.27.
AĞRI
Mahmudo ile Hazel
Ömer Polat, 1973
Hakkında: Ömer Polat’ın çaresiz eşkıyası Mahmudo (…) Doğunun yoksunluğu içinde ekmek uğruna yoldan çıkmış, askerlik onuruna ilk suçu işlemiş, ama çevresinin geleneksel inançlarına konu olmaktan kurtulamamıştır. Ne çevresindeki toplum varlıklıdır, ne içindei doğa yardımda insaflı. Bir kutsalı da yoktur Mahmudo’nun: Ne yıllanmış bir kin ve öç kavgası, ne hak çekişmesi, ne ülkü ve inanç, ne topluma düşmanlık ve hınç. (…) Yalnızlığın ve çaresizliğin düğümünde gittikçe yozlaşacak bir kurtuluş ve kaçış kavgası, askerdeyken edindiği kravatı takarak kazanacağını umduğu bir kişilik özentisi, özlemini yıllar çektiği eşini yanından ayırmama sevgisi. İşte böyledir Doğu’nun Mahmudo’su… Rauf Mutluay, Cumhuriyet, 14 Mart 1974, s. 6.
ANKARA
Ankara
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1934
“Ankara; yalnız bu değil,” dedi. “Ankara, bizim için emsalsiz bir “energi” mektebi olmuştur. Sarp, yalçın ve çetin Ankara, içinde her rahattan mahrum olduğumuz, içinde zahmet, meşakkat çektigimiz Ankara, bize sabrı, tahammülü ve inkişafımıza engel bütün zıt kuvvetlerle geceli gündüzlü çarpışmayı öğretiyor, sert bir örs gibi irademizi durmaksızın dövüyor, Nietzsche’nin dediği gibi burada “muttasıl kahramanca ve tehlikeyle yaşıyoruz”. Bundan güzel hayat olur mu? Dünyanın hangi noktası buradan daha enteresandır? İletişim Yayınları, 2009, s. 81.
Hakkında: Otuz yıl önce yazdığım bu romanı, üçüncü baskıya vermek üzere gözden geçirirken bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle geldi ki, burada hikâye ettiğim devri bir somnambül hali içinde geçip gitmişim. Fakat bu halim çok sürmüyor; uyanıyorum ve kendimi toparlayarak etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye! Kitabın birinci bölümünde belirtmeye çalıştığım Milli Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum! Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmeğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi üç yıl içinde varacağımızı umuyordum! Şimdi o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor! Fakat biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yapığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız! Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 9.
ANTALYA
Karabibik
Nabizâde Nâzım, 1889
Hakkında: Karabibik, realizmin bütün koşulları göz önünde bulundurularak yazılmış olup, Türk edebiyatında bu akımın başarılı ilk örneğidir. Yazar, kitabının önsözünde şöyle der: “Hakikiyun mesleğinde (realistlerin yolunca) yazılmış roman mütalaa etmemiş iseniz işte size bir tane ben takdim edeyim.” Yazar, eserini “roman” diye sunmakta ise de, 35-40 sayfalık bir eserin roman değil, ancak uzun hikaye sayılması gerekir. Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, Kapı Yayınları, 2016, s. 128.
AYDIN
Bir Karış Toprak
Samim Kocagöz, 1964
Hakkında: ‘Ey Koca Hasan, bana şu Söke ovasının Yörük Timarı Hikayesini anlat’ dedim. Sordu: ‘Eski hikayesini mi, yoksa yeni hikeyesini mi?’ Anlattı… anlattı… anlattı… (…) Ben de bu hikayenin eskisini, Cumhuriyet’ten önceki yıllarda olup biteninin [BİR KARIŞ TOPRAK] adı altında yazdım. (…) Ey Söke ovasının toz toprağı içinde, yol üstünde yatan Koca Yörük Hasan!.. Bu hikayeler senindir… Senden aldım, yine sana armağan ediyorum. Elimden bu kadarı geliyor, bağışla! Samim Kocagöz, Bir Karış Toprak, Ataç Kitabevi Yayınları, 1964, s. 2
BALIKESİR
Kuyucaklı Yusuf
Sabahattin Ali, 1937
Damların yosun tutan ve kararan kiremitlerini nihayetsiz dut, erik ve iri yapraklı incir ağaçlan örtmeye çalışıyor, derelerin kenarını beyazımtırak yapraklarıyla uzun kavaklar, bazı yerlerde kopan bir şerit halinde ve yalnız kenar mahallelerde takip ediyor; bunların arasında belki yirmiden fazla minare, bembeyaz yükseliyor ve uzaktan bakan bir göze, tıpkı kavak ağaçları gibi hafif hafif sallanıyor hissini veriyordu.
Yukarıçarşı’daki Kurşunlu Cami’nin iri kubbesi daima donuk bir ışıltı ile parlıyordu. Kasabanın panoramasında, bir tablodaki kadar ahenk ve uygunluk vardı. Bu, ağaç, minare ve kiremit kümesinin etrafını ayva ve diğer meyva ağaçlarından ve ova tarafında bağlardan ibaret açık yeşil bir çember sarıyor; onun etrafında da siyah yapraklı zeytinlerin daima kıpırdayan halısı göz alabildiğine uzanıyordu. Yapı Kredi Yayınları, 2012, s. 19.
Hakkında: Kuyucaklı Yusuf’un önemi yalnızca başarılı bir roman olmasından ileri gelmez, öncü bir yapıt olması da ona tarihsel açıdan bir önem kazandırır. Çünkü bu yapıt daha önceki Türk romanlarından iki bakımdan ayrılır ve yeni bir yol açar. (…) Tanzimat’tan 1950’lere kadar Türk romanının ana sorunsalını Batılılaşma oluşturuyordu. Yazarlarımız toplumsal yapının kendine yönelmiyor, mevcut düzeni sorgulamıyorlardı. Toplumsal yapıyı, ezilen halk ya da köylü sınıfının durumunu ele alan romanlar gerçi 1950’lerden sonra görülür, ama bunların ilk örneği 1937’de yayımlanan Kuyucaklı Yusuf’tur. Berna Moran, Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış II, İletişim Yayınları, s. 2
BİLECİK
Devlet Ana
Kemal Tahir, 1967
1968 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
Gerçekten Söğütlülerin çoğunluğu, çoktandır “yemek” sözünü “ekmek”le değiştirmiş, bu bile yeterince bulunduğu zaman sevinir olmuştu.
Yıllardan beri orta halliler eti iki üç ayda bir yiyebiliyor, yoksullarsa ancak kurban bayramından kurban bayramına görebiliyorlardı. Hayvanlar az olduğundan, yağ, peynir, hatta yoğurt bile çok azalmış, uzayan barış, Söğüt kadınlarını yemek işinde gerçekten bunaltmıştı. Koyun keçi hırsızlıkları gitgide artıyor, Kara Osman Bey nedenini bildiği için, çok kızdığı halde hırsızların ardına pek düşmüyordu. İthaki Yayınları, 2017, s. 106.
Hakkında: Modern ruhbilimde, bir insanın karakterini çözümlemek için, genellikle onun çocukluğuna gidilir. Kemal Tahir de, Osmanlı Devleti’nin karakterini çözümlemek için bu devletin çocukluk yıllarına, hatta doğuş öncesine gitmekte, onu doğuran koşulları incelemektedir. (…) Anadolu Türk ulusunun kimliği, Anadolu halkının eğiliminde ve davranışında, düşünüşünde ve bilinçaltında, hala sürüp gitmektedir. [Devlet Ana] günümüzün Anadolu Türk’ünü anlamak için, onun bir ulus olarak doğuşuna ve doğuş öncesine kadar inen bir psikanaliz denemesidir. Bülent Ecevit, “Devlet Ana”, Kitaplar Arasında, 1968, nr.1
BOLU
Çıkrıklar Durunca
Sadri Ertem, 1931
– Alevi köyleri hak ile yeksan olacaktır.
Filhakika bu haber doğruydu. Sünniler arasında, Alevi köyleri aleyhine neler neler söylenmiyordu. Alevi köylerinde çıkrıkların mütemadiyen işlemesi, çıkrıksız Alevi köylerinden ihtiyaçları olmayanların bile birkaç arşın bez satın almaları Sıddıkzade’nin ve Avrupa kumaşı satanların nazarı dikkatlerinden kaçmadı. (…) Camilerde göbekli vaizler, ellerini rahlelere vura vura şeriattan, dinden bahsettiler. Kah:
– Alevi tayfası gibi zındıkların katli vaciptir. Burnununuzun dibinde bir sürü katle layık zındık var. Ey ahali ne durursunuz. Allah’ını seven palasını bilesin!
Kah kadından, eksik etek peygamber mi olur, bu ne dalalet, ne küfür diye kürsüden halkı tahrik ettiler. Göbekli vaizlerin sesleri camilerin kubbelerini çatırdattı. Fakat bütün bunlar Adaköy’deki dergahı ve peygamber kadınlar hakkındaki mübalağalı bir propagandadan başka netice vermedi. Kor Kitap, 2018, s. 110.
Hakkında: Adaköylülerin zorbalığa, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı ayaklanmaları, paylaşımcı, eşitçi bir düzen kurmaya kalkışmaları Anadolu’daki halk ayaklanmalarının bir benzeridir. Attila İlhan’ın 2001’de Otopsi Yayınevi’nce basılan kitaba yazdığı sunumda belirttiği gibi: “Burada, gel de daha önce yaşanmış Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin’i ve Börklüce Mustafa’nın isyanını hatırlama; aynı ‘ümmet toplum’unda, o da muhtevası ‘sosyal ve ekonomik’ ve fakat görünüşü ‘mistik’ bir halk kalkışması idi; ikisinin de akıbeti, aynı oldu.” Tıpkı Adaköylülerinki gibi. Bu işin tarihsel yanı. Güncel yanına gelince, bugün Türkiye’nin çeşitli yollarla içine düşürüldüğü, ülkemizi yıkıma sürükleyen emperyalist ve kapitalist kuşatmanın köklerinin nerelere kadar uzandığı, Çıkrıklar Durunca dikkatle okunduğunda, açıkça ortaya çıkacaktır. Adnan Özyalçıner, evrensel.net, 13 Kasım 2016
BURDUR
Yılanların Öcü
Fakir Baykurt, 1959
1958 Yunus Nadi Roman Ödülü
Hakkında: Ben bu “Yılanların Öcü”nü yazdığım zaman 28 yaşındaydım. Doğup büyüdüğüm ve çalıştığım köyleri, çalıştığım kasaba ve şehirleri incelemiş, toplumsal yapılan hakkında az çok bilgi edinmiştim. Türk ve dünya edebiyatının önemli yapıtlarını okumuş, anlatım sanatı hakkında yazı yazacak kadar bilgi öğrenmiş; hatta bazı denemeler de yapmıştım. Sanat yapıtında “öz ve biçim” konusunda bir görüşe varmış, yeni ve doğru bir özün, yeni ve güzel bir biçime dökülmedikçe, sanat yapıtının yaratılamayacağını anlamıştım. Olimpos’taki tanrıların macerasını destan biçiminde anlatan Homeros’tan bu yana edebiyat; şövalyelerden, beylerden, Adana kahvelerinde işsiz bekleyen “Küçük adam”a doğru kalınca bir çizgi ile inip gelmekteydi. Bu çizgiyi bir de 80 evli Karataş köyüne götürsem, bu köyün toprağında tırnaklarıyla tutunmaya çalışan Kara Bayram ailesini roman kahramanları arasına katsam kıyamet mi kopardı? Fakir Baykurt, Yılanların Öcü, Literatür Yayınları, 2006, s. 4.
BURSA
Çalıkuşu
Reşat Nuri Güntekin, 1922
Köy deyince gözümün önüne yeşillikler arasında eski Boğaziçi yalılarındaki güvercinliklere benzeyen sevimli, şen manzaralı kulübeler gelirdi. Halbuki bu evler, çökmeğe yüz tutmuş, simsiyah viranelerdi. (…) Köyün dar sokakları içine girmiştir. Evleri şimdi daha iyi görebiliyordum. Hani Kavak’larda önüne ağlar erilmiş, yağmurdan çürüyüp kararmış, Boğaz rüzgarlarından bir yana çarpılmış, viran balıkçı kulübeleri vardır; bu evler, ilk bakışta onları hatırlatıyordu.
Altlarında dört direkten ibaret ahırlar, üstlerinde asma merdivenle çıkılan bir iki oda. Her halde, Zeyniler şimdiye kadar işittiğim ve resimlerini gördüğüm köylerden hiçbirine benzemiyordu. İnkılap Kitabevi, 1993, s. 161.
Hakkında: …Çok rağbet gören ve üç dört defa tab’edilmek gibi bizim matbuat hayatımız için nadir bir mazhariyete eren Çalıkuşu; bu cazibesini, basit ve münevver, iki nevi tabakanın dahi ihtiyacına cevap verecek şekilde güzelliği cami olmasına medyundur. O, ne sadece yüksek tabakaya mıhlandı, ne de kendine rağbet için sadece alt tabakanın içine bağdaş kurdu. O alt’ın anlayacağı bir vuzuhla, üst’ün beğeneceği bir inceliği birleştirdi. Geniş mevceli şöhreti buradan geliyor. İsmail Habip [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 123]
ÇANAKKALE
Uzun Beyaz Bulut Gelibolu
Buket Uzuner, 2001
Gelibolu’nun ayazı serttir. Ege’den hiç beklenmeyecek ka dar hırçındır, insafsızdır. Uğultulu seslerle ürkütücü bir hikâye anlatarak dolaşan rüzgâr insanı döver, hırpalar. Sessiz ve incecik yağan erken bahar yağmuru, rüzgârın anlattığı ür kütücü hikâyeyi anlamış kadar içini titretir insanın. Rüzgârın anlattığı hikâye, bunu daha önce hiç duymamış, hiç bilmemiş olanları bile etkiler, hüzünlü bir iz bırakır ziyaretçilerde. Geli bolu’nun rüzgârı yorar, yalnızlaştırır. Gelibolu’nun ayazı ya man ve ürperticidir. Yabancılar bunu anlamaz, bu kadar Doğu-Akdeniz’de ayazın bu kadar sert olabileceğine inanmazlar. Ancak Çanakkale’nin yerlileri bilir ayazının sertliğini. Gelibolu Yarımadası ayazın en yaman vaktinde; erken baharda çarpar insanı. Remzi Kitabevi, 2002, s. 15.
Hakkında: Gelibolu yaman bir kurgu romanı. Onun [Buket Uzuner] yaratıcı anlağının (zekasının) özgün mü özgün kurguya dayalı yapıtı. O sürükleyici biçemiyle (üslubuyla) imgelem gücüyle kolayca okuttuğu Gelibolu romanı, belli ki Gelibolu yarımadası karasında sekiz buçuk ay süren, dünyanın en kanlı savaşları üzerine uzun süren araştırmasının tat yüklü meyvesi… Sami Karaören, Cumhuriyet Kitap Eki, 14 Kasım 2002, s. 16.
ÇANKIRI
Sağırdere
Kemal Tahir, 1955
– Karıyı o gece, sabaha kadar oynattı. Eğri Ahmet enişten…
– Kötü karı mıymış öğretmen?
– Öğretmen karı kötü olur mu? Namustan yana namuslu… Senin enişten cebrî oynatıyor. Eğri Ahmet’in işi, hükümete inat… “Vay, sen karıdan öğretmen yaparsın da benim toprağıma mı yollarsın?” hesabı… Dediğim mesele Yunan savaşından az sonra… O sıralarda biz genciz. El vuruyoruz ki şakır şakır. Yamören’de kıyamet kopuyor. Sonunda gün ışıdı, sabah oldu. Sabah ezan inil inil okunmaya başlayınca rahmetli, bağlama çalan çingeneye, “Kes, yeter!” dedi. İstanbullu karının boynuna kendi eliyle bir beşibirlik taktı. “Var yürü… Candarma yüzbaşısına selam ederim!” dedi. Yolladı gerisin geri…
– Başka bir şey yapmadı mı?
– Töbe de… Lafa bak!.. Başka şey yapılır mı? Eşkıya kısmı, uçkuruna sağlam olmazsa köy yerinde barınamaz. İthaki Yayınları, 2007, s. 74
Hakkında: Kemal Tahir, “Sağırdere” (1955) romanı ile göze çarptı. [Çankırı] köylülerinin yaşayışını, köylüyü gözliyerek anlatmağa davranan yazarların şimdiye kadar ulaşamadıkları ölçüde gerçek ayrıntıları ile belirliyordu. Elli hanelik “Yamören” köyünün elli hanesi de birbirleri ile çekişirler, çalışırlar, döğüşürler, sıra ve saygı, edep ve erkan bilirler, yüze güler, arkadan söylerler, sırasına göre can dostu, gün gelir düşmandırlar. Bu demektir ki, akılcı ve çağdaş bir görüşle şehirli ölçülerine vurunca, köylünün davranışlarındaki moral düzeni anlamak kabil olmayacaktır. Kemal Tahir, işte tam bu noktada köylüyü konu olarak alan öteki gerçekçilerden ayrılıyor, bu çok ayrı moral düzenle davranışlardaki uygunluğun bize çok ters gelen töresel köklerine ve kanunlarına inmeğe çalışıyor. Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman 1940-1950, Cilt 3, 1968, s. 453.
ÇORUM
Rahmet Yolları Kesti
Kemal Tahir, 1957
—Buyur.
—Şimdi neden eşkıyalık yok?
—Kim demiş? Şimdinin eşkıyalar şehir yerine, kasabaya inmiş. Kimi dükkân açmış, olmuş bir Çerçi Süleyman Ağa, kimi önüne bir makine uydurmuş olmuş bir arzuhalci Cemal Efendi, kimisi de zaptiye-memur…
—Biz öylelerini mi sorduk? Silahlı, askerli dağ eşkiyası…
—Öylesi yok evet. Hükümet kuvvetli de ondan yok. Eşkiya devri hükümetin hasta olduğu sıradır. Aslında hükümet kısmı bir vakit ölmez, arada bir hastalanır. İnsan gibi canım! Hükümeti sıtma tuttuğu zaman eşkiya başkaldırır. Sulfato yutup yahut ki bir zorlu dedeye sıtmasını bağlatıp dirildi mi hükümet, bu kez marazlanmak eşkıya sürüsüne düşer. Bilgi Yayınevi, 1970, s. 23.
Hakkında: Bizde eskiden beri yerleşmiş, sebepleri meydanda olan bir ters lejant var. Halkçılığı ve halkın despotik idareye karşı baş kaldırmasını çok pis haydutluk şekli olan eşkıyalıkla karıştırırlar. Halk arasında dolaşan eşkıya türküleri ve serüvenleri bazı şehirli yazarları aldatır. Onları, eşkıyalarda halk kahramanları aramaya, daha da kötüsü bulmaya götürür. Aslında halkın despotik idareye karşı direnmesi her ne kadar ilk zamanlarda, şuursuz davranışlar, eşkıyalığa benzer anarşik çıkışlar gibi görünse de, bir toplumda gerçek ve köklü halk baş kaldırmalarıbirikimi varsa, bu hareketler katiyen sürgit eşkıyalar tarafından yürütülemez… Rahmet Yolları Kesti bu gerçeği, Anadolu’nun belli özelliklerinden, eşkıyalığa hevesli insanlarımızın kişisel dramlarıyla beraber aydınlatılmıştır. Kemal Tahir [aktaran:Ferit Güneri, ‘Kemal Tahir’le Röportaj’, Kemal Tahir’in 30. Ölüm Yıldönümü Anısına, s. 325]
DENİZLİ
Kuşlar Yasına Gider
Hasan Ali Toptaş, 2016
Ben de onlarla birlikte Zıpır Yokuşu’nu çıkıp yarım saatlik bir yolculuktan sonra, ikindi vakti, yorgun argın kasabaya vardım. Everest Yayınları, 2016. s. 179.
Hakkında: Toptaş, bu romanında insana dair bir duyguyu/bakışı, yaşayışı dile getiriyor. Sözde ve yaşamda olanı yazıda/yazıyla kurarken; anlatıcının, hikâye anlatıcısının macerasına yaslanıyor. Anlatırken gören, duygulanan, sezen, düş kuran biridir onun anlatıcısı. Kuran ve söyleyenin çare arayışı her defasında yola düşürür onu. Ankara-Denizli/Çal arası gidilip gelinen yol; her gidişte türkülerle, sonra düşlerle bezenir. Orada keder, özleyiş, kayboluş, hatırlama ve ölümle yaşam vardır. Yer yer çıkıp çıkıp kaybolan beyaz at ise hem yaşamın hem de ölümün, yolun/yolculuğun, kanatlanarak gitmenin, saflık ve masumiyetin, yalınlığın simgesidir adeta. Feridun Andaç, Gazete Duvar, 13 Ekim 2016.
DİYARBAKIR
Masalını Yitiren Dev
Adnan Binyazar, 2000
Caddeler akşam saatlerinde dolar.
Bir avluya açılan onlarca kapı düşünün. Her kapının önünde kor alevli mangallar, maltızlar… Bin çeşnili yemeklerin kokusu yalnızca avluyu kaplamaz, gökteki ay’ın yüzünü bile şenlendirir. Herkes herkesin sofrasına teklifsiz oturur. Zeko Bibi, Diyarbakır’ın erik ekşili meftunesini pişirir, Haco Bibi domates biber kızartır. Et yoktur yemeklerde ama, zaten et de yenmemelidir bu kızgın sıcakta. Adam boyu karpuzlara kamalar saplanırken, anason kokuları yorgun gönülleri şenlendirir. Kaşık seslerinin birbirine karıştığı bu akşam saatlerinde, nemli odaların derinliklerine sığınmış bakir bir kızın utangaç sesi duyulur:
“Odam kireçtir benim / Yüzüm güleçtir benim / Soyun gel gir koynuma / Terim ilaçtır benim.” Can Yayınları, 2017, s. 251.
Hakkında: Hem de bir ölüm gününde, Bedrettin Cömert’in gök ekin gibi biçilip sonsuz yolculuğuna çıkarıldığı cami avlusunda, yaşlı ve hastalıklı bir adam yanıma yaklaştı, “Gerçekten, yazdıklarınızı yaşadınız mı?” diye sordu. Edebiyat Dostları’nda (Mehmet Seyda, İstanbul 1970) ya da Milliyet Sanat Dergisi’nde (16.07.1979) yayımlanan özyaşamöykümü okumuş olmalıydı. Ağır hastalıkla, ilk gördüğüm gülerdeki o görkemini gerilerde bırakmış Ahmet Muhip Dıranas’ı tanıyamamış, sıradan biri sormuşcasına “Evet!” deyivermiştim. (…) Çocukluk yıllarına ilişkin gözlemlerimi yazarken, Ahmet Muhip Dıranas’ın, özünde bir kuşkuyu da barındıran bir soruyla öğrenmek istediğini, gerçeklik duygusunu sarsıntıya uğratacağını sandığım olaylardan kesitler aktararak yanıtlamaya çalışacağım. Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev, Can Yayınları, 2017, s. 13.
ELAZIĞ
Yukarışehir
Şemsettin Ünlü, 1986
1987 Orhan Kemal Roman Ödülü
Geçidin kuzeye bakan arka yamaçları; Çapakçur, Monzur, Nurhak dağlarının çevirdiği ince uzun bir vadiye inerdi. Murat Irmağı, Karasu, Peri Suyu, ayrı ayrı, çok uzaklardaki yüksek yaylalardan gelir, bu ince uzun vadinin güneyinde birleşir, Fırat’ı oluştururlardı. Gür, gürültülü, uzun yolun yolcusu Fırat’ı.
Fırat, okyanusa kadar uzanan yolculuğunun bu çıkış yerinde dik, derin vadilerden, kayalık dar boğazlardan geçerdi. Dar boğazlara gelip girdiğinde, döner, yükselir, yatağından yukarılara köpük köpük dalgalar, saydam su zerrecikleri saçardı; önünde, arkasında akıl almaz girdaplar, korkunç mağaralar oluştururdu.
Suların akıp gittiği derin vadinin iki yakasındaki dik dağ yamaçlarında bodur meşeler, alıçlar, bademler göğerirdi. Aşağıda, vadinin derinliğinde gürültülerle akan coşkun sulardan uzakta, bu ağaçlar; kavruk, tozlu, seyrek; büyür, kurur, yeniden göğerirdi.
Yukarışehir, kuzeyindeki bu dağlık dar geçidin girişinde, kayalık,yüksek tepelerin üstünde gelip geçmiş sayısız uygarlıkla içiçe uzun yüzyıllar yaşamıştır. Aşağıdan, Güneydeki Mezre ovasından bakıldığında, taa uzakta kayalık boz tepelerin doruğundan arkasını gökyüzünün boşluğuna vermiş Yukarışehir kalesinin burçları, uçurumların üstündeki eski konakların dar siluetleri görünürdü.
(…)
Oysa yukarıda, her on onbeş adımda bir, dönerek, kırılarak yükselen yolun sonunda, daha Yel Boğazı’nın döner dönmez; yamaçlara, kayalık düzlüklere, basamak basamak yükselip giden, taş döşeli sokakların iki yanına sıralanmış; büyüklü küçüklü evleri, konakları, kiliseleri, camileri, medreseleri, meydanları, dükkanları, hanları, hamamlarıyla; karmaşık bir kentin ilk görüntüsü çıkardı. Alışılmışlığın, özümsenmişliğin, kocamışlığın görüntüleriymiş gibi sokakların taşları aşınmış, yuvarlanmış; kubbeli taş yapıların dış yüzü kararmış; ağır meşeden çift kanatlı kapıların demir kakmaları paslanmıştı… İnkılap Kitabevi, 1998, s. 7.
Hakkında: Yukarışehir (resmi kayıtlarda Harput, Doğu Anadolu’da, uzun yüzyıllar varlığını sürdürebilmiş bir ‘kale kent’. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğine kadar, önemli sayılan bir vilayet merkeziydi. Benim yıkıntıları arasında çocukluğumu yaşadığım kent) (…) Yukarışehir, okura, kendi serüveninin çizgisinde, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden günümüze uzayan yaşam kesitini vermeyi amaçlıyor. Yazar için de, okur için de kanımca roman (elbette öteki sanat ürünleri de) bir hiçlikten, bir saçmalıktan kaçış, evrenseli arayıştır. Okurların Yukarışehir’de bunları bulabileceğini umarım. Yukarışehir‘de birey toplumdan, toplum bireyden soyutlanmadı; karşıtlıkları evrensel çelişkileri saklanmadı. Şemsettin Ünlü, Cumhuriyet Gazetesi, 05 Haziran 1987, s. 4.
ERZİNCAN
Köprü
Ayşe Kulin, 2001
Hakkında: Köprü bir yaşam öyküsü değil, bir bölgenin hikayesidir. Bu romanda, bir köprünün yapımını anlatmak üzere yola çıkmışken, kendimi bir bölgenin gerçeğini anlatır ve bu gerçeğin nedenlerini irdelerken buldum. Ama bilinç altımda (madem ki okur roman kahramanlarına öykünebiliyordu) alın bakalım gençler, işte öykünmenize değer bir bürokrat tanıtıyorum size, siz de onun gibi olun ki, bir gün bir yerlere varabilelim mi demek istiyordum? Heralde, evet!
Ayşe Kulin, Cumhuriyet Kitap Eki, 08 Temmuz 2004, s. 18.
ERZURUM
47’liler
Füruzan, 1974
1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
Hakkında: İlk romanımıza konu edindiğimiz 47 doğumlular, bu ülkenin yetiştirdiği, yaşça büyüklerini aşma çabasında olan bir kuşaktır. Bu gencecik insanların, büyüklerin ihmaline, kurnazlığına, çıkarcılığına ya da (ehveni şer) kolaylığına uğrayıp, harcanmış geçmişten, zaman kazanmak istercesine, aceleyle giriştikleri can pahası karşı koymayı anlatmaya uğraştık. Yıllanmış yasaların geçerliliğinde, elimiz erdiğince yazmaya çalıştık. Zor bir konu, alabildiğine anlatıma açık. Günceli tartmanın zorluğu da ayrıca ortada. Zamanın sinemasından geçmemiş güncelin yanıltıcılığını hesaplamak var. Yine de olayların belkemiği çok doğru. Yazılması kaçınılmazlaşıyor bu yönden bakınca. Büyüklerine öğretecekleri olanları yetiştirmiş bir ülkenin insanları onlar. Güncelin bile sakınamadığı şeylerle donatılmışlar. Füruzan, Cumhuriyet Gazetesi, 26 Haziran 1974, s. 1
ESKİŞEHİR
Yaban
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1932
Daha otuz beşimize basmadan her şeyin bittiğini, işin tamam olduğunu; aşkın, arzunun, ümit ve ihtirasın artık bir daha uyanmamak üzere sönüp gittiğini kendi kendimize itiraf etmek; kendi kendimize, bütün mutluluk ve başarı kapılarının kapandığını söylemek ve gelip, burada bir ağaç gibi yavaş yavaş kurumağa mahkum olmak. Böyle mi olacaktı?
Böyle mi sanmıştım? Lakin, işte böyle oldu ve böyle olması lazımdı.
Mehmet Ali, bana: Gel beyim, seni bizim köye götüreyim; buralarda, yalnız başına sersebil olursun dediği vakit, bir Anadolu köyünün ne olduğunu bilmiyor değildim.
Mehmet Ali: Gel beyim, seni bizim köye götüreyim, dediği vakit, bu köyü, kafamın içinde olduğu gibi görmüştüm.
Hatta Mehmet Ali’nin evini, hatta bu odayı, hatta, bu delikten seyrettiğim manzarayı… Zaten, Cihan Savaşında kolumu kaybetmezden önce bütün şiir kabiliyetimi, bütün sade dilliliğimi kaybetmiş bulunuyordum. Korkunç, iğrenç ve yalçın gerçek parmaklarının ucundaki kan ve alnının ortasındaki çamurla! çoktan bana görünmüştü. Biliyordum ki, toprak katı ve tabiat zalimdir ve insan cinsi bozuk bir hayvandan başka bir şey değildir; biliyordum ki, insan hayanların en kötüsü, en bayağısı ve en az sevimli olanıdır. Evet, bilhassa en az sevimli olanıdır. İletişim Yayınları, 1996, s. 33.
Hakkında: Cumhuriyet’in onuncu yıl eşiğinde yazarın toplumuna ödediği borçtur Yaban. Sezgiyle bile olsa Yakup Kadri, Türk köyünün, verdiği görev oranında zaferden pay almadığını -dolaylıkla- anlatmaktadır. (…) Birinci Dünya Savaşı’nın yoksunluklarını yaşamış bir Batı Anadolu köyünün sorumluluğu kime aittir? Ne padişahlık devrinin eleştirisi söz konusudur, ne Cumhuriyet hükümetine yol gösteriş. Ama gene de bu gerçekçilik, halkımızı masabaşı söylevleriyle sevdiklerini söyleyenlerin pembe gerçekçiliğini tedirgin edecektir. (…) Yaban, toplumumuzun ilerde meydana çıkacak ana sorunlarına, biraz anakronik de olsa, dikkatli bir yaklaşımdır ve onun zaferi, Yakup Kadri’nin adı yanına eklenen bir onur olur. Rauf Mutluay, 50 Yılın Türk Edebiyatı, 1973, s. 552.
GAZİANTEP
Gemileri Yakmak
Yusuf Ziya Bahadınlı, 1977
“1919 yılı Ocak ayının on beşinci günü ‘bir süvari livası, bir istihkâm müfrezesi, bir batarya ve otomobilli ağır makineli tüfek kıtalarından mürekkep’ İngiliz kuvvetleri, ‘kışı geçirmek, hayvanlarına yem sağlamak’ amacıyle Antep’i işgal etmişlerdi.” Ne var ki bu kış, on bir ay yirmi gün sürmüş; kentten ayrılırken de Fransızları buyur etmişlerdi. Yenidünya Yayınları, 1977, s.17.
Hakkında: Bahadınlı, Gemileri Yakmak romanında bir yandan Kurtuluş Savaşı yıllarının siyasal panoramasını çizerken bir yandan da 1940-1970 arası Türkiye’sinin siyasal dinamiklerini aktarır. Romanda geriye dönüşlerle kurgulanan bu ikili yapıda Kürt Musdo işgal yıllarının onun oğlu Memo ise güncel olayların kahramanıdır. İşgal yıllarında Antep’in zenginleri işgalcilerle dostluk kurarken, işgale karşı direnen Anteplilere sırt çevirirler. Yıllar sonra yine aynı kişiler bu defa “vatansever” kimliğiyle zenginliklerine zenginlik katmaktadırlar. Yazar romanda bu kesimin her zaman bireysel çıkarının peşinde olduğunu tarihsel süreklilik içinde vermeye çalışmıştır. Müslüm Kabadayı, soL Haber, 09.09.2017
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});
HAKKARİ
O
Ferit Edgü, 1977
Bayram armağanlarını topluyor köy köy.
Bir küp peynir verildi. Bir toklu verildi. Bir teneke bal verildi. Bir teneke turşu.
Defterine not etti verilenleri. Sonra jandarmalarını gönderip aldıracak.
Uzatmalı şöyle dedi bir soru üstüne Öğretmene:
Burda, gelen gelir, alan alır, vuran vurur, vurulan ölür. Kim vurdu? diye sorarsın. Kimse bilmez. Herkes bilir. Hiçbiri ağzını açıp söylemez. Bırakırsın. Çünkü vuranı bir başkası vurur. Diyeceksin ki, Peki hukuk nerde, kanun nerde? Dağın hukuku, kanunu da bu, Öğretmen. Sel Yayıncılık, 2017, s. 151.
Hakkında: Eğer O, Pirkanis’in, Hakkari’nin sorunlarına ya da gerçeklerine eğilmek amacıyla yazılmış bir roman olarak düşünülürse, belli ki pek yüzeysel, hatta acemice bulunur; ama kabul etmek zorundayız ki böyle bir yaklaşımın önce kendisi yüzeysel ve acemicedir. Hiç kuşku yok ki bir “köy romanı” ile karşı karşıya değiliz. Romanda kentlinin bu “on üç haneli, yüz on dört nüfuslu dağ köyünün’ koşullarını ‘yadırgadığına’ ilişkin bir imleme bulunmadığı gibi, Batıcı bir sevecenlik ya da bilecenlik de taslanmamış. Sadece, dillerini bilmediği insanlar arasında yaşayacağının bilincinde olduğunu vurgulamaktadır yazar… Öğrenci ve öğretmen olarak onların dilini öğrenebildiğince öğrenecek, kendi dilini öğretebileceğince öğretecektir. Füsun Akatlı [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s.439]
HATAY
Çete
Refik Halit Karay, 1939
Fakat yüksekten bakarken sanılıyor ki, herkes memnundur; her tarafta sükûnet ve refah mekân tutmuştur; işte rahat rahat tüten bacalar, işte tatlı tatlı kayan yelkenler, işte masmavi, kırışıksız deniz, işte yemyeşil, feyizli ova! Dağdan bakış böyledir, huzur vericidir. Belki Allah da daha çok uzaktan seyrettiği için dünyayı daima rahatta görmektedir. İnkılap Yayınevi, 2017, s.104.
İSTANBUL
Huzur
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1948
Hakkında: Huzur (1949), Türkçede okuduğun en güzel aşk romanı. Üstelik sadece tek aşkın, bir erkeğin bir kadına olan aşkının romanı da değil, iç içe iki aşkın romanı, birbirini besleyen, geliştiren iki aşkın: Mümtaz, Nuran’a olduğu kadar, İstanbul’a da aşıktır. Huzur’da İstanbul sadece bir güzel şehir, bir roman kişilerinin içinde yaşadığı bir çevre değildir; başlı başına bir roman kişisidir, bir sevgilidir. (…) [A]nlattığı çevrelerin roman kişileri olup olmadığına bakmaz; bir Mümtaz gibi, bir Nuran gibi, bir İhsan gibi anlatır İstanbul’u. Ama ne güzel anlatır… Tevfik Fikret’in “facire-i dehr”i, üzerindeki yüzeysel çirkinlikleri, sefillikleri, Tanpınar’ın romanında birer birer soyunarak özündeki güzelliği, tarihle tabiatın sarmaş dolaş olduğu o erişilmez uyumu gözler önüne serer. Tanpınar, dünyanın en güzel “striptiz”ini yaptırır İstanbul’a. Fethi Naci, Yüz Yılın 100 Türk Romanı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, s.207.
İZMİR
Denizin Çağırışı
Kemal Bilbaşar, 1943
Hakkında: Birçok edebiyat araştırıcısı Denizin Çağırışı’nı psikolojik yabancılaşmanın ilk örneği olarak kabul etmektedir. Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli ile bu yapıt arasında ilişki olduğunu belirtenlerin başında Ahmet Oktay gelir. Ona göre, …öykü ve romanın daha çok yurt gerçeklerini, özellikle de köy ve kent yoksullarının sorunlarını anlattığı bir tarihte yazılan Denizin Çağırışı‘yla Bilbaşar’ın farklı bir kanal açar gibi olduğu söylenmelidir. Psikolojik yabancılaşmanın ilk örneğidir bu roman. Çok daha yetkin bir örneği, uzun yıllar sonra Yusuf Atılgan yazacaktır: Anayurt Oteli. Bu iki roman arasında açık bir akrabalık bulunmaktadır. Ali Algül, “Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı Romanına Psikanalitik Açıdan Bir Bakış”. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2014, 11, (20), s. 7-26
KARS
Yelatan
Ümit Kaftancıoğlu, 1972
Hakkında: Kaftancıoğlu’nun kendi köyünü ve bir ölçüde yaşamını anlattığı Yelatan adlı roman, onun tüm yazınsal ufku ve taşıdığı imgelem, halk kültürünü kavrayış gücünü tek başına temsil edebilecek bir güce sahiptir. Yelatan, Bahtin’in “yarı ciddi yarı komik tür” bağlamında tanımladığı çokseslilik öğeleriyle örülüdür. Bir yanda mal mülk tutkunu, gözünü kardeşinin toprağına, hayvanına dikmiş aç gözlü köylü Üseyin, açlık, sefalet, yoksulluk, diğer yanda gülmeceli, şenlikli, imececi köy yaşamı vardır… Alper Akçam, Batı Rönesansında Rabelais, Türkçe Yazında Köy Enstitülüler, Sosyal Bilimler, Sosyal Bilimleri Enstitüsü Dergisi, Sayı 10-11
KASTAMONU
Yıldız Karayel
Rıfat Ilgaz, 1981
1982 Orhan Kemal Roman Ödülü
1982 Madaralı Roman Ödülü
“Eh, en sonunda siz de kavuşuyorsunuz işte yola!” dedi.
“Yolun böylesi olmaz olsun, tarla toprak elden gittikten sonra!”
“Yol dediğin böyle yapılır. Ya tarladan geçer ya topraktan… Başka nasıl olur sanıyorsun!”
“Amma hep fakirin, fukaranın tarlasından, toprağından geçiyor!” diyecek oldu. Dostluk kurar, belki yola getiririm ilerde, diye düşündü. Çınar Yayınları, 2016, s. 66.
Hakkında: Rıfat Ilgaz’ın Madaralı Roman Ödülü alan bu romanı, Karadeniz’in Kıyıcığında ile birlikte bir Batı Karadeniz panoraması oluşturuyor. (…) Yıldız Karayel‘de, yetersiz topraklarını ekip biçmeyle geçinmeye çalışan köylülerin yaşamı var. Orman ürünlerinin kesimi, kara ve deniz taşımacılığı, doğayla birlikte düzensiz bir ekonominin kurbanı olan kıyı köylülerinin bütün yaşamı ve yaşama karşı olan tutkuları. Yıldız Karayel, Rıfat Ilgaz’ın kaleminden gene bize Karadeniz’i sunuyor. Doğan Hızlan, Cumhuriyet Gazetesi 20 Mayıs 1982, s. 5.
KAYSERİ
Acemiler
Erhan Bener, 1952
Hakkında: Kayseri, roman kişilerinin aldıkları kararlarda, hayatın akışına kapılışlarında ve güçsüzlüklerini algılayışlarında en etkin öğedir. Ömer, ait olduğu toplumsal sınıfın törel yargıları altında ezilmekte; Necdet ve Nesrin’in aşkı bu küçük kentte umutsuz bir şekilde bitmekte; Tahsin için ise kent bir var oluş sorununa dönüşmektedir. İnsanlar ve olaylar bu kent içinde kaynaşmakta, kent akışa karşı koyamayan kalabalıkları barındırmaktadır. Kayseri, sokakları, kahveleri, ören yerleri, istasyonuyla roman kişileri için birere mekan olduğu kadar, kentin kimliğini yansıtan, ruhunu yaşatan ortamlar olarak da betimlenirler. Kimi zaman da kent hakkında yapılan tasvirler, izlenimciliğin dışında sembolik anlamlar kazanır. Kayseri, bu şekilde heybetli, ulaşılmaz, varlığıyla insanın toğlumun üstünde bir kent olarak belirir. Aşılmazlığıyla insanları ezer, bir örnekleştirir. Betül Mutlu, Cumhuriyet Kitap Eki, 06 Aralık 2012, s.13.
KIRKLARELİ
Bıyık Söylencesi
Tahsin Yücel, 1995
Hakkında: (…) romanın konusu, günümüzün temel sorunlarından biri: göstergenin (ya da kimilerinin deyimiyle, imgenin) toplum içinde kullanımı, işleyişi, algılanması, giderek güçlenmesi, gösterdiği şeyin yerini alması, onu gösterir görünürken, ezmesi. Bıyık, ne denli görkemli olursa olsun, yalnızca bıyıktır. Ama bizim romanda, erkekliğin, yakışıklılığın, daha da önemlisi kitlenin şanlı geçmişinin ve şanlı geleceğinin göstergesi, yani, kendi özüne dönme görüntüsü altında, bir yabancılaşma etkeni olur. Bu arada, herkesten önce, kendisini taşıyan adamı yabancılaştırır, yavaş yavaş, onda gösterir göründüğü şeyden, erkeklikten bile uzaklaştırır onu. Çağdaş Söylenler’in unutulmaz yazarı Roland Barthes, yıllar önce, bakıp usanmak bilmeden göstergenin doğallığını yıkmak için savaşmaktan söz ediyordu. Bıyık Söylencesi bunu yapıyor bir bakıma, kendi çapında, kendi araçlarıyla. Tahsin Yücel, Cumhuriyet Kitap Eki, 8 Haziran 1995, s.6
KOCAELİ
Sessiz Ev
Orhan Pamuk, 1983
1984 Madaralı Roman Ödülü
Hakkında: Bu romanında bir ailenin yetmiş yıllık geçmişini, aradan geçen yetmiş seksen yılda oluşan tarihsel gelişimi sergiliyor Orhan Pamuk. Ama doğrudan doğruya tarihle bağlantılı olan bu romanı, bir tarih kitabı okur gibi okumuyoruz. (…) Orhan Pamuk bu romanında Osmanlı’dan bu yana gelen siyasal çizgiyi, Doğu’yu iyiden iyiye aşağılayacak kadar Batı hayranı Osmanlı aydınını, günümüz Türkiyesinde çeşitli katmanlardan tiplerle birlikte geçmiş dönemde yaşanan siyasal olayları kendisi için yeni denilebilecek bir anlatım tekniğiyle sergilemeyi amaçlamış. Zeynep Özkan, [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, 2015, Evrensel Basım Yayın, s. 517]
KONYA
Küçük Ağa
Tarık Buğra, 1963
Hakkında: Her yazarın gönlünde bir büyük konu yatar. Hatta bunu yazmak için doğmuştur. Benim için de Küçük Ağa böyledir. Neden mi? Garp Cephesi Komutanlığı Akşehir’e geldiğinde 3.5 yaşındaydım. O günlerden bir takım fotoğraflar kaldı kafamda. Yaralıların yatırıldığı okul evimize komşu olan binaydı. Sedyeler bahçeye taşmıştı. İniltiler, feryatlar, sayıklamalar kulağımıza gelirdi. Cepheye sevk edilen askerlere kapı önlerinde su verirdik. Top sesleri duyulurdu. Bunlar birer fotoğraf gibi kazındı beynime. Savaşın önemini düşünmeden kavradım. Önce Ağır Ceza Reisi, sonra avukat olan babam kasabada saygın bir kişiydi. Topal Gazi diye anılan bir arkadaşı vardı ki üstü başı dökülürdü. Onunla yazıhanesinin arka odasında oturup akşamları bir-iki kadeh içtiklerini gördükçe üzülürdüm. Yakıştıramazdım babama bu adamla dostlu etmesini. Bir gün eve dönerken, Belediye Meydanı’nda bunu kendisine söyledim. Hayatım boyunca babamdan yediğim ender tokatlardan biri işte o an suratıma indi. “Kim o, biliyor musun?” dedi babam. Ben ağlıyordum. Eve vardığımızda anlattı. Topal Gazi Kurtuluş Savaşı kahramanlarındandı, büyük yararlıklar göstermişti. Sanırım Küçük Ağa‘daki Çolak Salih tipi o zaman yer etti kafamda. Yazar oldum, konu peşinde sürttüm durdum. Ama alttan alta hep Küçük Ağa, hep Kurtuluş Savaşı işledi. Yakından tanıdığım, törelerini, değer yargılarını bildiğim insanları o çetin dönemeçte anlatmak istedim. Tarık Buğra, Cumhuriyet Gazetesi, 25 Mart 1984, s. 14
MALATYA
Namuscular
Kemal Tahir, 1974
Hakkında: [Namuscular‘da] Kemal Tahir, gazeteci Murat’ın kişiliğinde daha çok kendi yaşantısını dile getirmiştir. Sahife kenarlarına koyduğu notlardan anlaşıldığına göre, bütün mahpusların uyuduğu korkunç hapishane gecelerinde sabahlara kadar çalışarak bu sarı defterleri üst üste yığmış, korkunç hapishane yıllarını, oradan oraya sürülmelerini tadına doyum olmayan türkçesiyle anlatmıştır. Anadolu hapishanelerinin koyu zindanları, gerçek insan sömürüsü, mahpusların ıstırapları, sevinçleri, heyecanları, bütün bunların hepsi otantik olarak verilmektedir. Kişiliğini yapan görülmemiş cesaret, metanet, soğukkanlılık, şakacılık ve insancıl davranışlar, bu romanlarında da açıkça görülüyor. Eşi Semiha Kemal Tahir, Namuscular, İthaki Yayınları, 2008
MANİSA
Anayurt Oteli
Yusuf Atılgan, 1973
Bir iki iki delik
Keçeci Zade Malik
Arap rakamlarıyla ‘bir, iki, iki delik’ bin iki yüz elli beş ediyor; şimdiki tarihle bin sekiz yüz otuz dokuz. Caddeye bakan yüzü aşı boyalı. Üç mermer basamakla çıkılan dış kapı iki kanatlı, yarıdan yukarısı camlı, demir parmaklıklı, kapının iki yanındaki iki büyük pencere de parmaklıklı; öteki katların pencerelerinde parmaklık yok. Kapının üstündeki kemerde koyu yeşil üstüne ak yazılı büyük teneke levha: ANAYURT OTELİ. Can Yayınları, 2017, s. 13.
Hakkında: Ahmet Hamdi Tanpınar Hocamın roman konusunda en çok tekrarladığı cümlelerinden biri şuydu: “Bir romanda verilebilecek şeylerin azamisi, ferttir. ” İşte bu kitapta o var. Pek çok yazarlarımızın, hep olaylar dizisini ön plana almak, gerçeği taklitle yaşatmak eğilimi yüzünden ihmal ettikleri insan. Üstelik bir otelde, gözününde; on sekiz yıl boyunca kimsenin bakmadan, görmek gereğini duymadan, tanımak ihtiyacını düşünmeden önünden gelip geçtikleri sıradan bir insan… (…) Özellikle Cumhuriyet sonrası edebiyatımızda yazalarımız, sorumlu bir görevliliğin gereiyle bize nice “küçük insan” tanıttılar. Arada “mariz tipler” diyebileceğimiz hasta ruhların düğümlerini açıklamaya çalışan emekler de oldu (…) Ama hiçbirisinin eserinde, bir insanın doğum öncesindeki kuşaklar kalıtımından başlayan oluşumu – kendini bir şeyler sanmanın umutlariyle birlikte- yalnızlık ve sevgisizlik dünyasının deliliğe varılan sınırlarına kadar böylesine başarıyle ve inandırıcılıkla işlenmemişti sanıyorum. Rauf Mutluay, Cumhuriyet, 20 Aralık 1973, s. 6.
MARDİN
Tüfekliler
Ümit Kaftancıoğlu, 1974
“Ere ere, bese lo, Kemalo başo” derler.
İşte şatonun görüp gördüğü devrim budur. Onun dışında Atatürk’ten, devrimlerden iz bulmak olanağı yoktur. Bir de şatodakilere verilen soyadı. Remzi Kitabevi, 1974, s. 47.
Hakkında: 1970’li yıllardan itibaren genel olarak öykü ve romancılığımızda gözlenen yönelimlerin farklılaşması sürecinde Ümit Kaftancıoğlu, özellikle Tüfekliler (1974) romanıyla feodal kalıntıların siyasal iktidarla ilişkilerini ele alır. Ağa, aşiret, politikacı ekseninde kök salan kirlenmenin, nasıl bir tortu üzerinde boy verdiğini ayrıntılarıyla sergiler. Feodal gerilimin, kent siyasal yaşamıyla birlikte işlenişinin çarpıcılığı, onun bu çalışmasında, otobiyografik çerçevenin bir aşiret tipolojisine yansıtılışı bakımından önemli bir eksene oturur. Bu yapıt aynı zamanda Türk edebiyatında feodal beylerin, cumhuriyet dönemi içerisinde siyasal iktidarla ilişkilerini irdelemek, siyaset ve hükümet etme kurumlarının, güçlü bir sanatçı önsezisiyle, 1990 ve 2000’li yıllardaki yerel ve ulusal ölçekteki izdüşümünü görmek bakımından da önemlidir. Bu gerçeklik, Kaftancıoğlu gibi, diğer enstitülü yazarların öngörülerinin nasıl tarihsel bir bilinçle perçinlenmiş olduğunu görmek bakımından önemlidir. Halkı; paylaşımcı olduğu kadar yeri geldiğinde nasıl da çıkarcı olduğuyla, direngen olduğu kadar yeri geldiğinde nasıl da üzerine ölü toprağı serpilmiş bir halde teslim olabilirliğiyle de tanıyabilme ayrıcalığıdır. Metin Turan, http://www.telgrafhanesanat.org/edebiyatta-kisilik-ve-umit-kaftancioglu-1756.html
MUĞLA
Aganta Burina Burinata
Halikarnas Balıkçısı, 1945
Hakkında: Ölüleri, dirileriyle, balıkçıları, açık deniz gemicilerinin yaşayışlarını anlatan Aganta Burina Burinata (1946), Halikarnas Balıkçısı’nın en iyi eseridir. Bilinen roman ölçülerine uygun, mekan içinde, bütün zaman içinde genişliğine ve derinliğine işlenmiş, kişileri konuya göre kademelendirilmiş, muvazeneli bir kuruluşu yok. Burada eserin asıl kişisi ‘deniz’dir, tabiat ortasındaki muhteşem ve mitolojik varlığı ile ‘Ege Denizi’. Kişiler, denizi anlatmak için birer bahanedir; deniz herşeyin üstünde varlığını duyurur. Rüzgarın, denizin üstünde yaşanların hallerini anlatırken olduğu kadar hiçbir yerde kılı kırık yararcasına itinalı değildir. Karaya ait konularda sıkıntılı, tez canlıdır. Ama denizin gece, gündüz, fırtınalı, sakin hallerindeki güzelliği tasvir ederken, yazarın; insanları da meselelerini de ikinci plana bırakışını bazen haklı buluruz. Tahir Alangu [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 102]
NEVŞEHİR
Unutkan Ayna
Gürsel Korat, 2016
2017 Orhan Kemal Roman Ödülü
Bu söz, Çerçi Boğos’un aklından şöyle bir geçti. Bir tanıdığı söylemiş de aklında kalmış gibi. Gökyüzü karanlıkla sarmalanmıştı, yıldızlar ışıl ışıldı, bir bağ yolunda durup atını dinlendirirken, uzaktan uzağa şakıyan bülbülün sesini dinleyerek elindeki kayısı kurusunu ağzına attı; sonra meyvenin ekşiliğini damağında duya duya ölümü düşündü, dilini dudağını büzerek geceyi dinledi. İğde ağaçlarının çiçek açma zamanıydı, yol boyunca dizili ağaçlardan iğde kokusu geliyordu.
“Vurulup ölsem” diyerek kahırlandı Boğos, başını dünya boş anlamında sağa sola salladı, “Nevşehirliler bana acıyacak değil ya…” Yekinip ayağa kalkmak için elini yere bastırdı, ıhlayarak doğruldu; yük taşımaktan beli incinmiş olmalıydı, kayısının ne de güzel ekşisi vardı.
Vurulup ölsem… Nevşehirli bana acımaz da, artık kimsenin getirmez olduğu kayısı kurularına, pestillere, pekmezlere acır. Kim getirecek bunları, tek çerçimiz oydu, der. Yapı Kredi Yayınları, 2016, s. 13.
Hakkında: Kapadokya’yı yazarken kendi içimde dolaşıyorum. Orayı anlatırken ölümsüzlüğü sınamak kadar yanıltıcı bir duyguyla göneniyorum. Kapadokya’nın ışığı, dokusu, kokusu, dili, tarihi, evleri, bulutları, otları, kayaları, yolları, bu dünyanın hiçbir yerinde hissetmediğim bir “ben’e dönüş” yaratır içimde. Kanımca yazar, kendi bedeninde ve ruhunda tüm insanlığı sınar; bunu yapıyorum evet ama kendi bedenimi, aklımı ve düşlerimi de Kapadokya’da sınıyorum. Bunu yapabildiğim tek yer orasıdır. Gürsel Korat, Cumhuriyet Gazetesi, 18 Nisan 2016.
NİĞDE
Küçük Paşa
Ebubekir Hazım Tepeyran, 1910
-Pekala, peygamber kimdir?
-Allah’ın torunu.
-Babası kimdir?
-Adem babamız.
-Anası da Havva anamız olduğunu tabii bilirsin, sormaya hacet yok. Namaz nedir?
-Köyde erkeklerden bazıları boş kaldıkça kılar, dişi ehliler kılmaz; sevaplı bir iştir.
-Devlet nedir?
-(Bu kadar basit bir sual ile tahmik edildiğine canı sıkılmış gibi bir tavır ile) Bunu herkes bilir: Köylerden vergi asker alır; vakat (fakat) kendisi gelmez, kuduz gibi zabityeleri (zabtiyeleri) saldırır, zift gibi yapışan tasildarları (tahsildarları) yollar. İnkilap Yayınları, 2011, s. 36.
Hakkında: … Küçük Paşa, edebiyatımızda Karabibik’ten sonra köye yönelen ikinci eserdir. Orta Anadolu’nun -belki Niğde’nin- yoksul köylerinden birinin yaşama koşulları, bir ana ile oğulun başından geçenlerin çevresinde verilmiştir. (…) [G]erek çevrenin ve olayların anlatılışı, gerek kişilerin ruh hallerinin çözümlenmesi bakımlarından eserde, yer yer, gerçekten başarılı noktalar vardır. Fakat bütünüyle Karabibik’teki başarıya ulaşılabilmiş değildir. Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, Kapı Yayınları, 2016, s. 311.
SAKARYA
Sarduvan
Faik Baysal, 1944
1994 Orhan Kemal Roman Ödülü
Hakkında: Türk (Anadolu) köylüsünün 20. yüzyıl içindeki yaşam (ölüm kalım) savaşımında bütün bir insanlık dramını başarıyla dilegetiren, bir toplumun en alt kesimi sayılan “ayaktakımı”nın ezik, acıklı dışlanış serüveninde bütün insan topluluklarının hala en büyük ayıbı “ayrımcılığın kıyımı”nı güzel Türkçesiyle eşsiz bir tablo inceliğiyle dokuyup çizen çok değerli yazarımız Faik Baysal’ı bir kez daha selamlıyorum. Onun ancak Kazancakis, Gorki, İstrati, Şolohov türünden büyük yazarlara özgü “Akdeniz havzası duyarlılığı” önünde saygıyla eğiliyorum. Tansu Bele, 7 Ekim 1993 Cumhuriyet Kitap Eki, s. 8.
SAMSUN
Savaş ve Açlar
Hasan İzzet Dinamo, 1968
“Kumandan, Kumandan, altı boğazı bir lirayla mı doyuracağum?”
(…)
“Al bunları, çocukların karnı boş kalmasın. Tersliğe bak ki çocukların hepsi de küçük. Tabakhaneye köpek boku toplayamayacak kadar küçük. Yoksa rejiye gönderir, tütünde çalıştırır, olmazsa sırtına bir teneke bağlayıp eline bir maşa vererek köpek boku toplatırdın. Ne yazık ki senin yavrular, bunların hiçbirini yapamayacak kadar küçük.” Tekin Yayınevi, 2017, Sf.201
Hakkında: Ben çocukluğumdan beri savaş düşmanı ve barışseverim. Bunu bende büyütüp çiçeklendiren de Birinci Dünya Savaşı’nın içime yerleştirdiği karanlık ve korkunç savaş kompleksi olmuştur. Enver Paşa’nın Sarıkamış fatihi olmak isterken Allahüekber dağlarında karlı tipili bellerinden aşırıp öteye düşürmek istediği yüz bin talihsiz Türk ordusunun saflarında, babam Ahmet Çavuş’la ağabeyim Ali de vardı. Bu iki halk çocuğu da Allahüeker dağlarının o korkunç tipileri arasında seksen bini aşkın Türk çocuğuyla bozulup gitti. Henüz beş yaşında bir çocuk olan benim için savaşın anlamı işte buydu. Eve ekmek getiren babamla ağabeyimin bir daha dönmemek üzere alıp giden savaş yılları, bize bol bol açlık ve ölüm getirmişti. Kardeşlerim açlıktan kırıldılar. Annem kahrından ölüp gitti. (…) İşte Savaş ve Açlar romanı, Allahuekber dağlarının tipileri arasında boğulup giden iki Trabzonlu askerin Samsun’da açbiilaç bıraktığı kalabalık çoluk çocuğun korkunç öyküsüdür. Hasan İzzet Dinamo [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 202]
SİİRT
Sürgün
Behzat Ay, 1975
Hakkında: Behzat Ay, sürgünden sürgüne gezmiş bir aydın olarak, elbette, günün birinde bunların ürününü verecekti. İşte onun çoktan beri elimde bulunan Sürgün kitabını, daha doğrusu romanını okurken sürekli ayaklanış duygulariyle sarsıldım. Gerici, faşist düzenin, kaynak suları gibi tertemiz, idealist bir özle dopdolu, son kerte çalışkan bir ilk öğretim müfettişini güney doğu illerimizin kayalıklarında yaralı bir keklik gibi sektirerek dolaştırıp yıpratmasını ayaklanmadan okumak elde değil! Kara düzen, çok pahalıya mal olmuş en gerekli aydınları acımaksızın harcamak uğruna nasıl harıl harıl, koordine çalışıyor. (…) Ben de belki bu kara düzenin ilk kurbanlarından bir öğretmen olduğumdan olacak, Behzat Ay’ın yazdıkları içimdeki çok eski yaraları bir kez daha depreştirdi. (…) Belki hiçbir ulusun tarihinde, zamanımızda olduğu gibi, öğretmen, siyasal yöneticilerden böyle aşağılama, kıyım görmemiştir. Burjuvazinin temsilcileri, öyle çok mal mülk yağmasına koyulmuşlardır ki, işçi sınıfına bunun kırıntısı düşmesin diye onu aydınlatmağa, en insancıl hakkı olan okuyup yazmayı onlara öğretenlere düşman kesilmiş, on bin öğretmeni işçi olarak Almanya’ya kaçırtmış, bana bir sözcük öğretenin kulu kölesi olurum diyen kutsal deyişlerin üstüne yürümüştür. Hasan İzzet Dinamo, Cumhuriyet Gazetesi, 13 Ağustos 1976, s. 6.
SİVAS
Ateş ve Kuğu
Burhan Günel, 2004
2005 Yunus Nadi Roman Ödülü
Hakkında: Sivas olaylarında tarafım ben. Romanı, uzun bir şikâyet dilekçesine benzetirsek; yakınmacı durumundayım. Sıcağı sıcağına yazsaydım duygularımı bastıramayacaktım. ‘Taraf’ olduğum çok belirginleşecekti. Dolayısıyla, yazdığım metin büyük olasılıkla roman olamayacaktı. On yıl, olaya ve sonrasındaki olguya biraz daha serinkanlı yaklaşmamı sağlayabildi. Bunun dışında, her şey yerli yerinde duruyor. Yaşarken de yazarken de biliyordum bunun böyle olduğunu. Yazdıktan sonra yaşadığım süreçte, yangınının sürekliliğini iyice kavradım. Hem bireysel hem toplumsal yanıkların sızısını her an duyuyorum.” Burhan Günel, Varlık Dergisi Kitap Eki Eylül 2005, s.4.
TUNCELİ
Cemo
Kemal Bilbaşar, 1966
1967 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
Hakkında: Önce şunu belirtmeliyim; roman çapında beslenip gelişmiş bu serüven, Cano’nun, Cemo’nun, Memo’nun, Senem’in aşk ve dövüş yaşantılarıyla renkli bu Doğu Anadolu hikayesi: Konusuna denk düşen ilkel ve tatlı anlatımı, vazgeçilmez ağız taklitleri ve kelime tasarruflarıyla zengin bu gerçek masal dünyası, kahramanların görüş ve gösteriş öznelliğiyle kişisel bir tahkiye örneğidir. Ne yalnız bir hikaye, ne alışılmış bir roman… Belki bir halk hikeysi, bir destan tadında basitliğiyle büyük, yontulmamış dev bir anıt gibi güzelce, kaba, yepyeni ve benzersiz bir eser. Samih Emre [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 212]
ŞANLIURFA
Eşkıya Kuza
Osman Şahin, 2017
Büyük aşiretlerin kendilerine özgü bir tür iç mahkemeleriydi onlar.
Yaşlılar Heyeti üç kişiden oluşurdu. Üçü de hacca gitmiş gelmiş yaşlılardan seçilirdi. Sakallarına kına gözlerine sürme çekerlerdi, yaz günü ayaklarına yumuşak deriden mestler geçirir giyerlerdi.
Yaşlılar Heyeti, sorguya çekecekleri erkekle kadını, eşit görmedikleri için onları karşılarına almaz, yan yana oturtmazdı. Erkek, dört adım önde, minder üstüne diz çökmüş olurdu. Kadın dört adım geride, hasırın üstüne oturur, yalnızca gözlerini açıkta bırakırdı.
Soruları ortadaki kına sakallı sorardı. Kına sakallı sorgularken kadın ağzını asla açamaz, konuşamazdı. Konuşması yasaktı. Kına sakallılara göre, kadın günah sebebiydi. Havva Ana gibi “elma şeytanı”ydı. (…) Kadının konuşması yasaktı. Konuşma yerine avuç içi büyüklüğünde yuvarlak bir dere taşı konulmuştu kadının elinin altına. Soru sorulunca kadın taşı eline alır, yanıt yerine “küt küt” vururdu yere. Kadının ne kadar şikayeti varsa taşı da o kadar yere vururdu. Taşın çıkardığı küt küt sesleri, konuşma yerine geçerdi. Can Yayınları, 2017, sf. 49.
Hakkında: Osman Şahin’in “Eşkıya Kuza”sı şiddet, intikam, sevdiğini kaybetme ve doğuda kadın olma üzerine düşünmemizi sağlayan bir roman. Bir soru takılıyor akla: Kaç kişi öldürüldüğünde intikam alınır? Kaç kişinin ölmesiyle biter kan davası? Asuman Kafaoğlu Büke, Cumhuriyet Kitap Eki, 08 Haziran 2017, s. 6.
UŞAK
Toz Duman İçinde
Talip Apaydın, 1974
– Yıkın ulen, yıkın! Çıkarın çarıklarını! Dürzüler sizi! Oyun mu oynuyoruz burada ulen? Devlete borcunu vermeyen dürzünün kemiklerini kırarım ben. Vurun, gebertin!
Adamı yıktılar. Ayaklarını tüfeğe geçirip sopayla vurmaya başladılar. Zaptiyelerden birisi geride duruyordu. O pek karışmıyordu nedense. Ama öbürleri pek iştahlıydılar. Vurdukça adam sarsılıyor, tozun toprağın içinde debeleniyor, bar bar bağırıyordu.
İbrahim Bey dayanamadı.
Bırakın şunu Başefendi, dedi. Buğday saklayacak adam değil o. Beceremez. Zavallıın biri.
Zaptiye başı gülümsedi,
– Maksat köylüye gözdağı vermek ağa, dedi. Saklamak isteyen olursa ibret alsın. Literatür Yayınları, 2017, s. 97.
Hakkında: Tarihi romanlarımız sıradan kahramanlık “menkıbeleri” olarak sunulduğu ve tarihsel romanların böyle olması gerektiği biçimindeki bir algı egemen olduğu için ne yazık ki yakın döneme, özellikle müthiş bir aydınlanma yaşadığımız 1940’lı yıllara kadar genellikle tarih bilincinden habersiz “romansılar” tarihten de soğutmuştu okurları. Talip Apaydın’ının “Toz Duman İçinde“, “Vatan Dediler” ve “Köylüler” adını taşıyan romanları sağlam tarih bilinci ve olanca gerçekliğiyle bugünleri anlamak için önemli bir fırsat… Öner Yağcı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki, 03 Kasım 2016, s. 14.
YOZGAT
Yılkı Atı
Abbas Sayar, 1970
1970 TRT Roman Başarı Ödülü
Hakkında: Görünüşte etkili ve duygulu bir hayvan hikayesi; ama sadece o kadar değil. Bir toprağın kısmetini paylaşmakta aynı çaresizliklerde birleşen insanlarla hayvanların ortak kaderi. Yerel ağız özelliklerini koruyarak, duygularını ve davranışlarını ilettiği kişileri kendi koşulları içinde izleyerek yazılmış gerçekçi bir gözlem. Toplumsal dayanışmadan yoksun dar çevrenin insafsız yokluğu içinde yalnız kendi evini, yalnız kendi çiftini, yalnız kendi kurtuluşunu düşünen; hayallerinde bile aynı çıkarcı davranışla çevresini ezen karamsar bir bencillik. (…) Duygulu bir hayvan hikayesi değil, anlamlı bir köy gözlemidir eser. Saygı ve özen gösterilmesi gereken bir ilk eser. Rauf Mutluay [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 322]
ZONGULDAK
Yanartaş
Mehmet Seyda, 1970
1970 TRT Roman Başarı Ödülü
Hakkında: Romanda [Yanartaş] yalın olarak bir çok alıntıya, bir çok belgeye yer verdiğim için “belgesel roman” deyimini bilerek, ısrarla kullanıyorum. Meclis tutanaklarından, devlet büyüklerinin söylevlerinden, antlaşma metinlerinden… Aldığım belgelerin roman kişilerinin yaşantılarına yansıyan etkilerini kitabı okudukça göreceksiniz. Mehmet Seyda, Cumhuriyet Gazetesi, 13 Mayıs 1970, s. 6.
AKSARAY
Bizim Köy
Mahmut Makal, 1950
Bu duvarlar 1945’te yapılmış, bu yıl da örtülmeseydi, yağmurdan çökecekti. Nitekim, daha 1936’da da bir okul için böyle dört duvar yapılmış, ama üstü bir türlü örtülemediğinden yıkılmaya yüz tutmuş, köylü taşlarını bölüşmüş.
Zaten kendileri de demiyorlar mı, “Efendi, bu yıl seni göndermeselerdi, bunu da yıkardık. Beş-on yıl daha rahat ederdik. Ama olmadı işte…” Literatür Yayınları, 2017. s.107.
Hakkında: Köy Enstitülü yazarların içinde ilkin edebiyat dünyasına düşüp tartışılanı, bir anlamda Köy Enstitülüler içinde ön alanı Mahmut Makal, salt acı gerçekleri gün ışığına süren bir yazar değildir. Onun cümleleri kısadır, süssüzdür. İçlerinde Şamanizmin izleri sezilir. Abartmasızdır. Olanı olduğu gibi, dolaysız söyler. Anlattığı yerlerin, koşulların, kişilerin diliyle yazar. (…) Hatta Makal’la Türk düzyazsının yönü, anlatım biçemi değişmiştir. Bu görüşümü sivri bulacaklara, hani Mahmut’tan önce Anadolu’ya değindiği, köyü anlattığı söylenen o Karabibik‘ten, Küçük Paşa‘dan, Yaban‘dan birer paragraf, bir de Mahmut’tan bir paragraf alıp karşılaştırmalarını öneririrm. O zaman, Köy Enstitülü yazarların, özellikle Mahmut Makal’ın Türk diline, anlatımına, düzyazısına neler getirdiğini göreceklerdir. Osman Bolulu, Cumhuriyet Kitap Eki, 16 Nisan 1998, s. 5.
BAYBURT
Komünist İmam
Hasan Kıyafet, 1969
Bu söylediklerime kulak verirsen, şu gördüğün ulu doruklar, bir ana içtenliğiyle bağıma basar seni. Bir baba olup kanatlarını gerer üstüne. Alıcı kuşlara kaptırmaz yavrusunu. Yakın örneği olaraktan al beni. Ben onları ana ata, onlar da beni öz oğul edindiler. Yıllardır koyun koyuna geçinip gidiyoruz işte… Ceylan Yayınları, 3013, s. 40.
BARTIN
Yeşil Gölge
Kemal Bilbaşar, 1970
1970 May Roman Ödülü
Hakkında: Yeşil Gölge, Cumhuriyet dönemi toplum yaşantımızın 1946’larda Karadeniz bölgesinden alınmış bir kesintidir. Roman bir yandan halkçı geçinen, yozmuş bir iktidarın küçük-kasaba temsilcilerini, onların kurdukları soygun düzeninini, kirli işlerini, gaddarca tertiplerini, işbaşında kalmak için cinayetten bile çekinmediklerini ortaya koymakta; öte yandan Atatürk devrinde sinmiş, gizlenmiş gerici güçlerin -ağaların, eşrafın ve şeriat takımının- yeni kurulan partiyi iktidara getirmek için nasıl el ele verdiklerini, nasıl hazırlandıklarını (…) anlatmaktadır. Yeşil Gölge, (…) 1945’te Kadırga adıyla oyun olarak yazıldı, CHP’nin oyun yarışmasına katıldı. Jüri, Kadırga’yı ikinci ödüle layık gördü. Ne var ki parti sorumluları, toplumcu yazarlığımı muhaliflikle yorumlayarak bu ödülü iptal ettiler. Kemal Bilbaşar, Cumhuriyet Gazetesi, 21 Ocak.1995, s.15.
ARDAHAN
Kanlıderenin Kurtları
Dursun Akçam, 1975
1976 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
“Viran olasın Çeşmir, nice zulumlar başımızda!”
Çeşmir, Anadolu’nun kuzeydoğu ucunda. Orada başı göğe değen dağlar var, her daim dumanlı dağlar. Kış gelende bel verir, yol vermez dağlar, bulutlarla oynaşan, fırtınalarla söyleşen…
Bu dağların derinlerinde bir nokta, kışın aklığında, yazın yeşilinde kara bir lekedir Çeşmir köyü. Sınırları dardır. Bir yanında Evliyatepesi, öbür yanında Boncuksırtı. Sakora tepesi daha uzakçadır. Ötelerden Emirdağ’ın başı görünür. Evliyatepesi’nde, Evliya Hazretleri, Çeşmir köyünü korur. Karakolun yolu Boncuksırtı’ndan aşar. Emirdağ’ın başından yağmur gözlenir. Eteklerinde Bekir Bey’in sürüleri… Arkadaş Yayınları, 2013, s. 5.
Hakkında: Dursun Akçam, Kanlıdere’nin Kurtları adlı romanında gördüğü, yaşadığı gerçekleri, yakından tanıdığı insanları, bu insanların çilelerini anlatıyor. Belli, söylemek istedikleri yıllar yılı birikmiş Dursun Akçam’da; bunun için roman yapısı, anlattıklarının bu yapı için gerekli olup olmadığı pek ilgilendirmiyor onu, söyleyeceğini söylüyor. Söyledikleri alabildiğine acı, alabildiğine kahredici; insanı etkilemesi için ayrıca bir romancı ustalığı gerektirmeyen acılıkta, kahredicilikte gerçekler. Dili temiz. Anlatışı sürükleyici. Fethi Naci, 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Gelişme, Gerçek Yayınevi, 1990, s. 284.
IĞDIR
Ağrı Dağı Efsanesi
Yaşar Kemal, 1970
Ağrıdağının yamaçları böyle taş olmuş adamlarla dolu. Ağrı, doruğuna çıkanı, orayı göreni, ateşini çalsın çalmasın, hiçbir zaman bağışlamamıştır. Yapı Kredi Yayınları, 2014, s. 100.
Hakkında: Dağlar insanoğlunun en çok uğraştığı tabiat parçalarıdır. Büyük aşklar dağlarda geçmiştir. Sonra dağ insanı öbürlerinden çok başkaldırmayı, kafa tutmayı bilir. Özgürlükleri için en çok başkaldıran dağ insanlarıdır. İşte Ağrıdağında geçen bu kadim aşk efsanesinde halkı yüzyıllardan beri -hep kullanırım bu deyimi- üstünden binlerce yıl su geçmiş çakıl taşları gibi güzelleştirmiştir bu efsaneyi. (…) Benim yarı efsane, yarı gerçeği anlatma yolunda bir tutkum var. Ağrı Dağı Efsanesinde bunu daha çok yoğunlaştırdım. Ben iki büyük gücün sonsuz yaratıcılığına inanıyorum. Biri doğa, biri halk. Gücüm yettiğince bu romanda, bu iki büyük gücü bir araya getirdim. Yaşar Kemal [aktaran: C. Çetin, İnce Memed’in yazarı ünlü romancı Yaşar Kemal ilk aşk romanını yazdı, Hürriyet, 1970)
OSMANİYE
İnce Memed
Yaşar Kemal, 1955
Biraz daha içeri, bir taraftan Anavarzaya, bir taraftan Osmaniyeyi geçip İslahiyeye gidilecek olursa geniş bataklıklara varılır. Bataklıklar yaz aylarında fıkır fıkır kaynar. Kirli, pistir. Kokudan yanına yaklaşılmaz. Çürümüş saz, çürümüş ot, ağaç, kamış, çürümüş toprak kokar. Kışınsa duru, pırıl pırıl, taşkın bir sudur. Yazın otlardan, sazlardan suyun yüzü gözükmez. Kışınsa çarşaf gibi açılır. Bataklıklar geçildikten sonra, tekrar sürülmüş tarlalara gelinir. Toprak yağlı, ışıl ışıldır. Bire kırk, bire elli vermeye hazırlanmıştır. Sıcacık, yumuşaktır.
Üstleri ağır kokulu mersin ağaçlarıyla kaplı tepeler geçildikten sonradır ki, kayalar birdenbire başlar. İnsan birden ürker. Kayalarla birlikte çam ağaçları da başlar. Çamların birer billur pırıltısındaki sakızları buralarda toprağa sızar. İlk çamlar geçildikten sonra, gene düzlüklere varılır. Bu düzlükler boz topraktır. Verimsiz, kıraç… Buralardan Torosun karlı dorukları yanındaymış, elini uzatsan tutacakmışsın gibi gözükür. Yapı Kredi Yayınları, 2016, s. 9.
Hakkında: Bir kez verilmiş olan Varlık Roman Armağanı’nı kazanan İnce Memed, dünya dillerine en çok çevrilen, Türkçe’de en çok basılıp satılan eserlerin başında gelir. İnce Memed, hem haksızlıklara baş kaldıran, hem kişisel direnişiyle öce adanan, hem toplum düzensizliklerine çare bulan yiğitliğiyle halkımızın büyük özlemine cevap veren yiğit bir eşkiyadır. Şiirsel ve coşkulu bir anlatımın tadıyla iletilen romanda onun kişiliği, bir amaca bağlanmış insan iradesinin sonsuz dayanışıyla sürer. Kitap sonunda ortadan kaybolan kimliği, yazarına ikinci bir cilt yazdıracak kadar güçlüdür. Rauf Mutluay, 50 Yılın Türk Edebiyatı, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 608.
DÜZCE
Karadeniz’in Kıyıcığında
Rıfat Ilgaz, 1969
Kaç gündür sürüp giden karayel, sabaha doğru maynalamıştı. Kıyıya güçlüle varabilen ölü dalgalar kalmıştı. Gündoğusu-poyraz arası bir rüzgar esiyordu Ereğli üzerinden.
Semender’in karnını iki yandan saran, kalın gedebot, dört kollu ırgata dolanmıştı. Irgatın dibinde oturan yaşlı bir gemici, motor felekleri üzerinden kaydıkça halatı kalma ediyordu. On ton iç fındık vardı Semender’de. Halat elinden bir kurtuldu mu ne motorun hayrı kalırdı, ne fındık çuvallarının… Temel Reis’in bir gözü motorda, bir gözü ırgattaydı. Biraz yana yattı mı motor, iki kolunu kaldırıyordu:
“Hooop!”
(…) Recep, makinesinin kolunu bırakmış, hemen önündeki pencereden Semender’in yüzdürülmesini izliyordu. (…)
“Heey, bırak dalgayı da işine bak! Motor, daha on ton fındık alacak!” (…)
“Bir de bakıyor hayın hayın!” dedi. “Sen dalga geçersen kim kıracak fındıkları!”
“Kırılmışı var!” dedi. “Kızları boş mu bırakıyorum ben!”
“Sen karışma kızlara… Boş oturur, dolu oturur. Sen kendi işine bak! Haydi tükür avuçlarına!”
Gerçekten de tükürdü avuçlarına, karşısındakinin yüzüne tükürür gibi. Yapıştı makinenin koluna, haznedeki fındık bitene kadar bir daha bırakmadı bu kolu. Çınar Yayınları, 2017, s.130
Hakkında: Yılın en güzel romanlarından biri. Başlangıcına aldırmayın. Akçakoca kasabasının dilim dilim tanıtımıyla gireceğiniz kitapta belki çok sürükleyici bir tempo göremeyip sabırsızlanacaksınız. (…) Ne var ki abartılmamış ölçülerde, bir kasaba hayatının eksenlerini yansıtarak; hem batmayan bir gerçekçilik yöntemi, hem de umutsuzluğa düşürmeyen insan güveniyle. (…) Rıfat Ilgaz yaptığı işin bilincinde ve bütün hikayelerin düşebileceği romantik iyimserliklerden tam ölçüsünde uzakta. Rauf Mutluay, [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 217.
ADANA
Bereketli Topraklar Üzerinde
Orhan Kemal, 1954
Yağmurda ıslana, güneşte tüte kururlar. Torbalardaki tandır, yufka dürümleri tükenip çarşı ekmeğine verilecek son kuruşlar da suyunu çektikten sonra, aç çocukların feryadı göğe yükselir. [Önemli değildir. Peygamberler Allah adına sabır getirmişlerdir ya, hiç önemli değildir aç çocukların göklere yükselen feryadı. Ölseler bile ne? Öte dünya vardır, birer kuş gibi uçacaklardır Cennet-i ala’ya. Everest Yayınları, 2014, s. 178
Hakkında: Ve bu bereketli topraklar üzerindeki emekçiler, kendi küçük ve dar dünyalarında bir başlarına çırpınıp durmaktadırlar. Toprak reformunu yapamamış, sanayileşmesini gerçekleştirememiş azgelişmiş bir ülkede, Türkiye’de, köylü-işçilerin kahırlı hayatlarını yansıtır Orhan Kemal. Roman, belirli bir tarihsel anı unutulmayacak bir ustalıkla tespit ettiği için, tarihi ve sosyal gerçekliği, ele aldığı insanları gerçeğe uygun olarak gösterdiği için güçlü ve kalıcı. Orhan Kemal’in en güçlü romanı, bence. Fethi Naci, Yüzyılın 100 Türk Romanı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2007, s. 302.
AFYON
Alinin Biri
Fahri Erdinç, 1958
Hakkında: Alinin Biri romanında Fahri Erdinç, Türkiye tarihinden bir kesit sunuyor. Bu kesitin sunuluşunda, Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla kurulan ülkenin tarihsel gelişimi içindeki bir gerçeklik, emekçi köylünün toprak özlemi öne çıkıyor. Alinin Biri, bu doğrultuda verilen, köylü için bağımsızlığın toprak, özgürlüğün de işlediği toprağa sahip olmakla başlayacağını vurgulayan bir mücadelenin romanı… Cumhuriyet Kitap Eki, 20 Aralık 2007, s.27.
AĞRI
Mahmudo ile Hazel
Ömer Polat, 1973
Hakkında: Ömer Polat’ın çaresiz eşkıyası Mahmudo (…) Doğunun yoksunluğu içinde ekmek uğruna yoldan çıkmış, askerlik onuruna ilk suçu işlemiş, ama çevresinin geleneksel inançlarına konu olmaktan kurtulamamıştır. Ne çevresindeki toplum varlıklıdır, ne içindei doğa yardımda insaflı. Bir kutsalı da yoktur Mahmudo’nun: Ne yıllanmış bir kin ve öç kavgası, ne hak çekişmesi, ne ülkü ve inanç, ne topluma düşmanlık ve hınç. (…) Yalnızlığın ve çaresizliğin düğümünde gittikçe yozlaşacak bir kurtuluş ve kaçış kavgası, askerdeyken edindiği kravatı takarak kazanacağını umduğu bir kişilik özentisi, özlemini yıllar çektiği eşini yanından ayırmama sevgisi. İşte böyledir Doğu’nun Mahmudo’su… Rauf Mutluay, Cumhuriyet, 14 Mart 1974, s. 6.
ANKARA
Ankara
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1934
“Ankara; yalnız bu değil,” dedi. “Ankara, bizim için emsalsiz bir “energi” mektebi olmuştur. Sarp, yalçın ve çetin Ankara, içinde her rahattan mahrum olduğumuz, içinde zahmet, meşakkat çektigimiz Ankara, bize sabrı, tahammülü ve inkişafımıza engel bütün zıt kuvvetlerle geceli gündüzlü çarpışmayı öğretiyor, sert bir örs gibi irademizi durmaksızın dövüyor, Nietzsche’nin dediği gibi burada “muttasıl kahramanca ve tehlikeyle yaşıyoruz”. Bundan güzel hayat olur mu? Dünyanın hangi noktası buradan daha enteresandır? İletişim Yayınları, 2009, s. 81.
Hakkında: Otuz yıl önce yazdığım bu romanı, üçüncü baskıya vermek üzere gözden geçirirken bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle geldi ki, burada hikâye ettiğim devri bir somnambül hali içinde geçip gitmişim. Fakat bu halim çok sürmüyor; uyanıyorum ve kendimi toparlayarak etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye! Kitabın birinci bölümünde belirtmeye çalıştığım Milli Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum! Ya son bölümde hayalini kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur? Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmeğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliğiyle bu ideal Türkiye’ye yirmi üç yıl içinde varacağımızı umuyordum! Şimdi o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor! Fakat biz, sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından hala romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yapığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız! Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 9.
ANTALYA
Karabibik
Nabizâde Nâzım, 1889
Hakkında: Karabibik, realizmin bütün koşulları göz önünde bulundurularak yazılmış olup, Türk edebiyatında bu akımın başarılı ilk örneğidir. Yazar, kitabının önsözünde şöyle der: “Hakikiyun mesleğinde (realistlerin yolunca) yazılmış roman mütalaa etmemiş iseniz işte size bir tane ben takdim edeyim.” Yazar, eserini “roman” diye sunmakta ise de, 35-40 sayfalık bir eserin roman değil, ancak uzun hikaye sayılması gerekir. Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, Kapı Yayınları, 2016, s. 128.
AYDIN
Bir Karış Toprak
Samim Kocagöz, 1964
Hakkında: ‘Ey Koca Hasan, bana şu Söke ovasının Yörük Timarı Hikayesini anlat’ dedim. Sordu: ‘Eski hikayesini mi, yoksa yeni hikeyesini mi?’ Anlattı… anlattı… anlattı… (…) Ben de bu hikayenin eskisini, Cumhuriyet’ten önceki yıllarda olup biteninin [BİR KARIŞ TOPRAK] adı altında yazdım. (…) Ey Söke ovasının toz toprağı içinde, yol üstünde yatan Koca Yörük Hasan!.. Bu hikayeler senindir… Senden aldım, yine sana armağan ediyorum. Elimden bu kadarı geliyor, bağışla! Samim Kocagöz, Bir Karış Toprak, Ataç Kitabevi Yayınları, 1964, s. 2
BALIKESİR
Kuyucaklı Yusuf
Sabahattin Ali, 1937
Damların yosun tutan ve kararan kiremitlerini nihayetsiz dut, erik ve iri yapraklı incir ağaçlan örtmeye çalışıyor, derelerin kenarını beyazımtırak yapraklarıyla uzun kavaklar, bazı yerlerde kopan bir şerit halinde ve yalnız kenar mahallelerde takip ediyor; bunların arasında belki yirmiden fazla minare, bembeyaz yükseliyor ve uzaktan bakan bir göze, tıpkı kavak ağaçları gibi hafif hafif sallanıyor hissini veriyordu.
Yukarıçarşı’daki Kurşunlu Cami’nin iri kubbesi daima donuk bir ışıltı ile parlıyordu. Kasabanın panoramasında, bir tablodaki kadar ahenk ve uygunluk vardı. Bu, ağaç, minare ve kiremit kümesinin etrafını ayva ve diğer meyva ağaçlarından ve ova tarafında bağlardan ibaret açık yeşil bir çember sarıyor; onun etrafında da siyah yapraklı zeytinlerin daima kıpırdayan halısı göz alabildiğine uzanıyordu. Yapı Kredi Yayınları, 2012, s. 19.
Hakkında: Kuyucaklı Yusuf’un önemi yalnızca başarılı bir roman olmasından ileri gelmez, öncü bir yapıt olması da ona tarihsel açıdan bir önem kazandırır. Çünkü bu yapıt daha önceki Türk romanlarından iki bakımdan ayrılır ve yeni bir yol açar. (…) Tanzimat’tan 1950’lere kadar Türk romanının ana sorunsalını Batılılaşma oluşturuyordu. Yazarlarımız toplumsal yapının kendine yönelmiyor, mevcut düzeni sorgulamıyorlardı. Toplumsal yapıyı, ezilen halk ya da köylü sınıfının durumunu ele alan romanlar gerçi 1950’lerden sonra görülür, ama bunların ilk örneği 1937’de yayımlanan Kuyucaklı Yusuf’tur. Berna Moran, Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış II, İletişim Yayınları, s. 2
BİLECİK
Devlet Ana
Kemal Tahir, 1967
1968 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
Gerçekten Söğütlülerin çoğunluğu, çoktandır “yemek” sözünü “ekmek”le değiştirmiş, bu bile yeterince bulunduğu zaman sevinir olmuştu.
Yıllardan beri orta halliler eti iki üç ayda bir yiyebiliyor, yoksullarsa ancak kurban bayramından kurban bayramına görebiliyorlardı. Hayvanlar az olduğundan, yağ, peynir, hatta yoğurt bile çok azalmış, uzayan barış, Söğüt kadınlarını yemek işinde gerçekten bunaltmıştı. Koyun keçi hırsızlıkları gitgide artıyor, Kara Osman Bey nedenini bildiği için, çok kızdığı halde hırsızların ardına pek düşmüyordu. İthaki Yayınları, 2017, s. 106.
Hakkında: Modern ruhbilimde, bir insanın karakterini çözümlemek için, genellikle onun çocukluğuna gidilir. Kemal Tahir de, Osmanlı Devleti’nin karakterini çözümlemek için bu devletin çocukluk yıllarına, hatta doğuş öncesine gitmekte, onu doğuran koşulları incelemektedir. (…) Anadolu Türk ulusunun kimliği, Anadolu halkının eğiliminde ve davranışında, düşünüşünde ve bilinçaltında, hala sürüp gitmektedir. [Devlet Ana] günümüzün Anadolu Türk’ünü anlamak için, onun bir ulus olarak doğuşuna ve doğuş öncesine kadar inen bir psikanaliz denemesidir. Bülent Ecevit, “Devlet Ana”, Kitaplar Arasında, 1968, nr.1
BOLU
Çıkrıklar Durunca
Sadri Ertem, 1931
– Alevi köyleri hak ile yeksan olacaktır.
Filhakika bu haber doğruydu. Sünniler arasında, Alevi köyleri aleyhine neler neler söylenmiyordu. Alevi köylerinde çıkrıkların mütemadiyen işlemesi, çıkrıksız Alevi köylerinden ihtiyaçları olmayanların bile birkaç arşın bez satın almaları Sıddıkzade’nin ve Avrupa kumaşı satanların nazarı dikkatlerinden kaçmadı. (…) Camilerde göbekli vaizler, ellerini rahlelere vura vura şeriattan, dinden bahsettiler. Kah:
– Alevi tayfası gibi zındıkların katli vaciptir. Burnununuzun dibinde bir sürü katle layık zındık var. Ey ahali ne durursunuz. Allah’ını seven palasını bilesin!
Kah kadından, eksik etek peygamber mi olur, bu ne dalalet, ne küfür diye kürsüden halkı tahrik ettiler. Göbekli vaizlerin sesleri camilerin kubbelerini çatırdattı. Fakat bütün bunlar Adaköy’deki dergahı ve peygamber kadınlar hakkındaki mübalağalı bir propagandadan başka netice vermedi. Kor Kitap, 2018, s. 110.
Hakkında: Adaköylülerin zorbalığa, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı ayaklanmaları, paylaşımcı, eşitçi bir düzen kurmaya kalkışmaları Anadolu’daki halk ayaklanmalarının bir benzeridir. Attila İlhan’ın 2001’de Otopsi Yayınevi’nce basılan kitaba yazdığı sunumda belirttiği gibi: “Burada, gel de daha önce yaşanmış Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin’i ve Börklüce Mustafa’nın isyanını hatırlama; aynı ‘ümmet toplum’unda, o da muhtevası ‘sosyal ve ekonomik’ ve fakat görünüşü ‘mistik’ bir halk kalkışması idi; ikisinin de akıbeti, aynı oldu.” Tıpkı Adaköylülerinki gibi. Bu işin tarihsel yanı. Güncel yanına gelince, bugün Türkiye’nin çeşitli yollarla içine düşürüldüğü, ülkemizi yıkıma sürükleyen emperyalist ve kapitalist kuşatmanın köklerinin nerelere kadar uzandığı, Çıkrıklar Durunca dikkatle okunduğunda, açıkça ortaya çıkacaktır. Adnan Özyalçıner, evrensel.net, 13 Kasım 2016
BURDUR
Yılanların Öcü
Fakir Baykurt, 1959
1958 Yunus Nadi Roman Ödülü
Hakkında: Ben bu “Yılanların Öcü”nü yazdığım zaman 28 yaşındaydım. Doğup büyüdüğüm ve çalıştığım köyleri, çalıştığım kasaba ve şehirleri incelemiş, toplumsal yapılan hakkında az çok bilgi edinmiştim. Türk ve dünya edebiyatının önemli yapıtlarını okumuş, anlatım sanatı hakkında yazı yazacak kadar bilgi öğrenmiş; hatta bazı denemeler de yapmıştım. Sanat yapıtında “öz ve biçim” konusunda bir görüşe varmış, yeni ve doğru bir özün, yeni ve güzel bir biçime dökülmedikçe, sanat yapıtının yaratılamayacağını anlamıştım. Olimpos’taki tanrıların macerasını destan biçiminde anlatan Homeros’tan bu yana edebiyat; şövalyelerden, beylerden, Adana kahvelerinde işsiz bekleyen “Küçük adam”a doğru kalınca bir çizgi ile inip gelmekteydi. Bu çizgiyi bir de 80 evli Karataş köyüne götürsem, bu köyün toprağında tırnaklarıyla tutunmaya çalışan Kara Bayram ailesini roman kahramanları arasına katsam kıyamet mi kopardı? Fakir Baykurt, Yılanların Öcü, Literatür Yayınları, 2006, s. 4.
BURSA
Çalıkuşu
Reşat Nuri Güntekin, 1922
Köy deyince gözümün önüne yeşillikler arasında eski Boğaziçi yalılarındaki güvercinliklere benzeyen sevimli, şen manzaralı kulübeler gelirdi. Halbuki bu evler, çökmeğe yüz tutmuş, simsiyah viranelerdi. (…) Köyün dar sokakları içine girmiştir. Evleri şimdi daha iyi görebiliyordum. Hani Kavak’larda önüne ağlar erilmiş, yağmurdan çürüyüp kararmış, Boğaz rüzgarlarından bir yana çarpılmış, viran balıkçı kulübeleri vardır; bu evler, ilk bakışta onları hatırlatıyordu.
Altlarında dört direkten ibaret ahırlar, üstlerinde asma merdivenle çıkılan bir iki oda. Her halde, Zeyniler şimdiye kadar işittiğim ve resimlerini gördüğüm köylerden hiçbirine benzemiyordu. İnkılap Kitabevi, 1993, s. 161.
Hakkında: …Çok rağbet gören ve üç dört defa tab’edilmek gibi bizim matbuat hayatımız için nadir bir mazhariyete eren Çalıkuşu; bu cazibesini, basit ve münevver, iki nevi tabakanın dahi ihtiyacına cevap verecek şekilde güzelliği cami olmasına medyundur. O, ne sadece yüksek tabakaya mıhlandı, ne de kendine rağbet için sadece alt tabakanın içine bağdaş kurdu. O alt’ın anlayacağı bir vuzuhla, üst’ün beğeneceği bir inceliği birleştirdi. Geniş mevceli şöhreti buradan geliyor. İsmail Habip [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 123]
ÇANAKKALE
Uzun Beyaz Bulut Gelibolu
Buket Uzuner, 2001
Gelibolu’nun ayazı serttir. Ege’den hiç beklenmeyecek ka dar hırçındır, insafsızdır. Uğultulu seslerle ürkütücü bir hikâye anlatarak dolaşan rüzgâr insanı döver, hırpalar. Sessiz ve incecik yağan erken bahar yağmuru, rüzgârın anlattığı ür kütücü hikâyeyi anlamış kadar içini titretir insanın. Rüzgârın anlattığı hikâye, bunu daha önce hiç duymamış, hiç bilmemiş olanları bile etkiler, hüzünlü bir iz bırakır ziyaretçilerde. Geli bolu’nun rüzgârı yorar, yalnızlaştırır. Gelibolu’nun ayazı ya man ve ürperticidir. Yabancılar bunu anlamaz, bu kadar Doğu-Akdeniz’de ayazın bu kadar sert olabileceğine inanmazlar. Ancak Çanakkale’nin yerlileri bilir ayazının sertliğini. Gelibolu Yarımadası ayazın en yaman vaktinde; erken baharda çarpar insanı. Remzi Kitabevi, 2002, s. 15.
Hakkında: Gelibolu yaman bir kurgu romanı. Onun [Buket Uzuner] yaratıcı anlağının (zekasının) özgün mü özgün kurguya dayalı yapıtı. O sürükleyici biçemiyle (üslubuyla) imgelem gücüyle kolayca okuttuğu Gelibolu romanı, belli ki Gelibolu yarımadası karasında sekiz buçuk ay süren, dünyanın en kanlı savaşları üzerine uzun süren araştırmasının tat yüklü meyvesi… Sami Karaören, Cumhuriyet Kitap Eki, 14 Kasım 2002, s. 16.
ÇANKIRI
Sağırdere
Kemal Tahir, 1955
– Karıyı o gece, sabaha kadar oynattı. Eğri Ahmet enişten…
– Kötü karı mıymış öğretmen?
– Öğretmen karı kötü olur mu? Namustan yana namuslu… Senin enişten cebrî oynatıyor. Eğri Ahmet’in işi, hükümete inat… “Vay, sen karıdan öğretmen yaparsın da benim toprağıma mı yollarsın?” hesabı… Dediğim mesele Yunan savaşından az sonra… O sıralarda biz genciz. El vuruyoruz ki şakır şakır. Yamören’de kıyamet kopuyor. Sonunda gün ışıdı, sabah oldu. Sabah ezan inil inil okunmaya başlayınca rahmetli, bağlama çalan çingeneye, “Kes, yeter!” dedi. İstanbullu karının boynuna kendi eliyle bir beşibirlik taktı. “Var yürü… Candarma yüzbaşısına selam ederim!” dedi. Yolladı gerisin geri…
– Başka bir şey yapmadı mı?
– Töbe de… Lafa bak!.. Başka şey yapılır mı? Eşkıya kısmı, uçkuruna sağlam olmazsa köy yerinde barınamaz. İthaki Yayınları, 2007, s. 74
Hakkında: Kemal Tahir, “Sağırdere” (1955) romanı ile göze çarptı. [Çankırı] köylülerinin yaşayışını, köylüyü gözliyerek anlatmağa davranan yazarların şimdiye kadar ulaşamadıkları ölçüde gerçek ayrıntıları ile belirliyordu. Elli hanelik “Yamören” köyünün elli hanesi de birbirleri ile çekişirler, çalışırlar, döğüşürler, sıra ve saygı, edep ve erkan bilirler, yüze güler, arkadan söylerler, sırasına göre can dostu, gün gelir düşmandırlar. Bu demektir ki, akılcı ve çağdaş bir görüşle şehirli ölçülerine vurunca, köylünün davranışlarındaki moral düzeni anlamak kabil olmayacaktır. Kemal Tahir, işte tam bu noktada köylüyü konu olarak alan öteki gerçekçilerden ayrılıyor, bu çok ayrı moral düzenle davranışlardaki uygunluğun bize çok ters gelen töresel köklerine ve kanunlarına inmeğe çalışıyor. Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman 1940-1950, Cilt 3, 1968, s. 453.
ÇORUM
Rahmet Yolları Kesti
Kemal Tahir, 1957
—Buyur.
—Şimdi neden eşkıyalık yok?
—Kim demiş? Şimdinin eşkıyalar şehir yerine, kasabaya inmiş. Kimi dükkân açmış, olmuş bir Çerçi Süleyman Ağa, kimi önüne bir makine uydurmuş olmuş bir arzuhalci Cemal Efendi, kimisi de zaptiye-memur…
—Biz öylelerini mi sorduk? Silahlı, askerli dağ eşkiyası…
—Öylesi yok evet. Hükümet kuvvetli de ondan yok. Eşkiya devri hükümetin hasta olduğu sıradır. Aslında hükümet kısmı bir vakit ölmez, arada bir hastalanır. İnsan gibi canım! Hükümeti sıtma tuttuğu zaman eşkiya başkaldırır. Sulfato yutup yahut ki bir zorlu dedeye sıtmasını bağlatıp dirildi mi hükümet, bu kez marazlanmak eşkıya sürüsüne düşer. Bilgi Yayınevi, 1970, s. 23.
Hakkında: Bizde eskiden beri yerleşmiş, sebepleri meydanda olan bir ters lejant var. Halkçılığı ve halkın despotik idareye karşı baş kaldırmasını çok pis haydutluk şekli olan eşkıyalıkla karıştırırlar. Halk arasında dolaşan eşkıya türküleri ve serüvenleri bazı şehirli yazarları aldatır. Onları, eşkıyalarda halk kahramanları aramaya, daha da kötüsü bulmaya götürür. Aslında halkın despotik idareye karşı direnmesi her ne kadar ilk zamanlarda, şuursuz davranışlar, eşkıyalığa benzer anarşik çıkışlar gibi görünse de, bir toplumda gerçek ve köklü halk baş kaldırmalarıbirikimi varsa, bu hareketler katiyen sürgit eşkıyalar tarafından yürütülemez… Rahmet Yolları Kesti bu gerçeği, Anadolu’nun belli özelliklerinden, eşkıyalığa hevesli insanlarımızın kişisel dramlarıyla beraber aydınlatılmıştır. Kemal Tahir [aktaran:Ferit Güneri, ‘Kemal Tahir’le Röportaj’, Kemal Tahir’in 30. Ölüm Yıldönümü Anısına, s. 325]
DENİZLİ
Kuşlar Yasına Gider
Hasan Ali Toptaş, 2016
Ben de onlarla birlikte Zıpır Yokuşu’nu çıkıp yarım saatlik bir yolculuktan sonra, ikindi vakti, yorgun argın kasabaya vardım. Everest Yayınları, 2016. s. 179.
Hakkında: Toptaş, bu romanında insana dair bir duyguyu/bakışı, yaşayışı dile getiriyor. Sözde ve yaşamda olanı yazıda/yazıyla kurarken; anlatıcının, hikâye anlatıcısının macerasına yaslanıyor. Anlatırken gören, duygulanan, sezen, düş kuran biridir onun anlatıcısı. Kuran ve söyleyenin çare arayışı her defasında yola düşürür onu. Ankara-Denizli/Çal arası gidilip gelinen yol; her gidişte türkülerle, sonra düşlerle bezenir. Orada keder, özleyiş, kayboluş, hatırlama ve ölümle yaşam vardır. Yer yer çıkıp çıkıp kaybolan beyaz at ise hem yaşamın hem de ölümün, yolun/yolculuğun, kanatlanarak gitmenin, saflık ve masumiyetin, yalınlığın simgesidir adeta. Feridun Andaç, Gazete Duvar, 13 Ekim 2016.
DİYARBAKIR
Masalını Yitiren Dev
Adnan Binyazar, 2000
Caddeler akşam saatlerinde dolar.
Bir avluya açılan onlarca kapı düşünün. Her kapının önünde kor alevli mangallar, maltızlar… Bin çeşnili yemeklerin kokusu yalnızca avluyu kaplamaz, gökteki ay’ın yüzünü bile şenlendirir. Herkes herkesin sofrasına teklifsiz oturur. Zeko Bibi, Diyarbakır’ın erik ekşili meftunesini pişirir, Haco Bibi domates biber kızartır. Et yoktur yemeklerde ama, zaten et de yenmemelidir bu kızgın sıcakta. Adam boyu karpuzlara kamalar saplanırken, anason kokuları yorgun gönülleri şenlendirir. Kaşık seslerinin birbirine karıştığı bu akşam saatlerinde, nemli odaların derinliklerine sığınmış bakir bir kızın utangaç sesi duyulur:
“Odam kireçtir benim / Yüzüm güleçtir benim / Soyun gel gir koynuma / Terim ilaçtır benim.” Can Yayınları, 2017, s. 251.
Hakkında: Hem de bir ölüm gününde, Bedrettin Cömert’in gök ekin gibi biçilip sonsuz yolculuğuna çıkarıldığı cami avlusunda, yaşlı ve hastalıklı bir adam yanıma yaklaştı, “Gerçekten, yazdıklarınızı yaşadınız mı?” diye sordu. Edebiyat Dostları’nda (Mehmet Seyda, İstanbul 1970) ya da Milliyet Sanat Dergisi’nde (16.07.1979) yayımlanan özyaşamöykümü okumuş olmalıydı. Ağır hastalıkla, ilk gördüğüm gülerdeki o görkemini gerilerde bırakmış Ahmet Muhip Dıranas’ı tanıyamamış, sıradan biri sormuşcasına “Evet!” deyivermiştim. (…) Çocukluk yıllarına ilişkin gözlemlerimi yazarken, Ahmet Muhip Dıranas’ın, özünde bir kuşkuyu da barındıran bir soruyla öğrenmek istediğini, gerçeklik duygusunu sarsıntıya uğratacağını sandığım olaylardan kesitler aktararak yanıtlamaya çalışacağım. Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev, Can Yayınları, 2017, s. 13.
ELAZIĞ
Yukarışehir
Şemsettin Ünlü, 1986
1987 Orhan Kemal Roman Ödülü
Geçidin kuzeye bakan arka yamaçları; Çapakçur, Monzur, Nurhak dağlarının çevirdiği ince uzun bir vadiye inerdi. Murat Irmağı, Karasu, Peri Suyu, ayrı ayrı, çok uzaklardaki yüksek yaylalardan gelir, bu ince uzun vadinin güneyinde birleşir, Fırat’ı oluştururlardı. Gür, gürültülü, uzun yolun yolcusu Fırat’ı.
Fırat, okyanusa kadar uzanan yolculuğunun bu çıkış yerinde dik, derin vadilerden, kayalık dar boğazlardan geçerdi. Dar boğazlara gelip girdiğinde, döner, yükselir, yatağından yukarılara köpük köpük dalgalar, saydam su zerrecikleri saçardı; önünde, arkasında akıl almaz girdaplar, korkunç mağaralar oluştururdu.
Suların akıp gittiği derin vadinin iki yakasındaki dik dağ yamaçlarında bodur meşeler, alıçlar, bademler göğerirdi. Aşağıda, vadinin derinliğinde gürültülerle akan coşkun sulardan uzakta, bu ağaçlar; kavruk, tozlu, seyrek; büyür, kurur, yeniden göğerirdi.
Yukarışehir, kuzeyindeki bu dağlık dar geçidin girişinde, kayalık,yüksek tepelerin üstünde gelip geçmiş sayısız uygarlıkla içiçe uzun yüzyıllar yaşamıştır. Aşağıdan, Güneydeki Mezre ovasından bakıldığında, taa uzakta kayalık boz tepelerin doruğundan arkasını gökyüzünün boşluğuna vermiş Yukarışehir kalesinin burçları, uçurumların üstündeki eski konakların dar siluetleri görünürdü.
(…)
Oysa yukarıda, her on onbeş adımda bir, dönerek, kırılarak yükselen yolun sonunda, daha Yel Boğazı’nın döner dönmez; yamaçlara, kayalık düzlüklere, basamak basamak yükselip giden, taş döşeli sokakların iki yanına sıralanmış; büyüklü küçüklü evleri, konakları, kiliseleri, camileri, medreseleri, meydanları, dükkanları, hanları, hamamlarıyla; karmaşık bir kentin ilk görüntüsü çıkardı. Alışılmışlığın, özümsenmişliğin, kocamışlığın görüntüleriymiş gibi sokakların taşları aşınmış, yuvarlanmış; kubbeli taş yapıların dış yüzü kararmış; ağır meşeden çift kanatlı kapıların demir kakmaları paslanmıştı… İnkılap Kitabevi, 1998, s. 7.
Hakkında: Yukarışehir (resmi kayıtlarda Harput, Doğu Anadolu’da, uzun yüzyıllar varlığını sürdürebilmiş bir ‘kale kent’. Ondokuzuncu yüzyılın son çeyreğine kadar, önemli sayılan bir vilayet merkeziydi. Benim yıkıntıları arasında çocukluğumu yaşadığım kent) (…) Yukarışehir, okura, kendi serüveninin çizgisinde, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden günümüze uzayan yaşam kesitini vermeyi amaçlıyor. Yazar için de, okur için de kanımca roman (elbette öteki sanat ürünleri de) bir hiçlikten, bir saçmalıktan kaçış, evrenseli arayıştır. Okurların Yukarışehir’de bunları bulabileceğini umarım. Yukarışehir‘de birey toplumdan, toplum bireyden soyutlanmadı; karşıtlıkları evrensel çelişkileri saklanmadı. Şemsettin Ünlü, Cumhuriyet Gazetesi, 05 Haziran 1987, s. 4.
ERZİNCAN
Köprü
Ayşe Kulin, 2001
Hakkında: Köprü bir yaşam öyküsü değil, bir bölgenin hikayesidir. Bu romanda, bir köprünün yapımını anlatmak üzere yola çıkmışken, kendimi bir bölgenin gerçeğini anlatır ve bu gerçeğin nedenlerini irdelerken buldum. Ama bilinç altımda (madem ki okur roman kahramanlarına öykünebiliyordu) alın bakalım gençler, işte öykünmenize değer bir bürokrat tanıtıyorum size, siz de onun gibi olun ki, bir gün bir yerlere varabilelim mi demek istiyordum? Heralde, evet!
Ayşe Kulin, Cumhuriyet Kitap Eki, 08 Temmuz 2004, s. 18.
ERZURUM
47’liler
Füruzan, 1974
1975 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
Hakkında: İlk romanımıza konu edindiğimiz 47 doğumlular, bu ülkenin yetiştirdiği, yaşça büyüklerini aşma çabasında olan bir kuşaktır. Bu gencecik insanların, büyüklerin ihmaline, kurnazlığına, çıkarcılığına ya da (ehveni şer) kolaylığına uğrayıp, harcanmış geçmişten, zaman kazanmak istercesine, aceleyle giriştikleri can pahası karşı koymayı anlatmaya uğraştık. Yıllanmış yasaların geçerliliğinde, elimiz erdiğince yazmaya çalıştık. Zor bir konu, alabildiğine anlatıma açık. Günceli tartmanın zorluğu da ayrıca ortada. Zamanın sinemasından geçmemiş güncelin yanıltıcılığını hesaplamak var. Yine de olayların belkemiği çok doğru. Yazılması kaçınılmazlaşıyor bu yönden bakınca. Büyüklerine öğretecekleri olanları yetiştirmiş bir ülkenin insanları onlar. Güncelin bile sakınamadığı şeylerle donatılmışlar. Füruzan, Cumhuriyet Gazetesi, 26 Haziran 1974, s. 1
ESKİŞEHİR
Yaban
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1932
Daha otuz beşimize basmadan her şeyin bittiğini, işin tamam olduğunu; aşkın, arzunun, ümit ve ihtirasın artık bir daha uyanmamak üzere sönüp gittiğini kendi kendimize itiraf etmek; kendi kendimize, bütün mutluluk ve başarı kapılarının kapandığını söylemek ve gelip, burada bir ağaç gibi yavaş yavaş kurumağa mahkum olmak. Böyle mi olacaktı?
Böyle mi sanmıştım? Lakin, işte böyle oldu ve böyle olması lazımdı.
Mehmet Ali, bana: Gel beyim, seni bizim köye götüreyim; buralarda, yalnız başına sersebil olursun dediği vakit, bir Anadolu köyünün ne olduğunu bilmiyor değildim.
Mehmet Ali: Gel beyim, seni bizim köye götüreyim, dediği vakit, bu köyü, kafamın içinde olduğu gibi görmüştüm.
Hatta Mehmet Ali’nin evini, hatta bu odayı, hatta, bu delikten seyrettiğim manzarayı… Zaten, Cihan Savaşında kolumu kaybetmezden önce bütün şiir kabiliyetimi, bütün sade dilliliğimi kaybetmiş bulunuyordum. Korkunç, iğrenç ve yalçın gerçek parmaklarının ucundaki kan ve alnının ortasındaki çamurla! çoktan bana görünmüştü. Biliyordum ki, toprak katı ve tabiat zalimdir ve insan cinsi bozuk bir hayvandan başka bir şey değildir; biliyordum ki, insan hayanların en kötüsü, en bayağısı ve en az sevimli olanıdır. Evet, bilhassa en az sevimli olanıdır. İletişim Yayınları, 1996, s. 33.
Hakkında: Cumhuriyet’in onuncu yıl eşiğinde yazarın toplumuna ödediği borçtur Yaban. Sezgiyle bile olsa Yakup Kadri, Türk köyünün, verdiği görev oranında zaferden pay almadığını -dolaylıkla- anlatmaktadır. (…) Birinci Dünya Savaşı’nın yoksunluklarını yaşamış bir Batı Anadolu köyünün sorumluluğu kime aittir? Ne padişahlık devrinin eleştirisi söz konusudur, ne Cumhuriyet hükümetine yol gösteriş. Ama gene de bu gerçekçilik, halkımızı masabaşı söylevleriyle sevdiklerini söyleyenlerin pembe gerçekçiliğini tedirgin edecektir. (…) Yaban, toplumumuzun ilerde meydana çıkacak ana sorunlarına, biraz anakronik de olsa, dikkatli bir yaklaşımdır ve onun zaferi, Yakup Kadri’nin adı yanına eklenen bir onur olur. Rauf Mutluay, 50 Yılın Türk Edebiyatı, 1973, s. 552.
GAZİANTEP
Gemileri Yakmak
Yusuf Ziya Bahadınlı, 1977
“1919 yılı Ocak ayının on beşinci günü ‘bir süvari livası, bir istihkâm müfrezesi, bir batarya ve otomobilli ağır makineli tüfek kıtalarından mürekkep’ İngiliz kuvvetleri, ‘kışı geçirmek, hayvanlarına yem sağlamak’ amacıyle Antep’i işgal etmişlerdi.” Ne var ki bu kış, on bir ay yirmi gün sürmüş; kentten ayrılırken de Fransızları buyur etmişlerdi. Yenidünya Yayınları, 1977, s.17.
Hakkında: Bahadınlı, Gemileri Yakmak romanında bir yandan Kurtuluş Savaşı yıllarının siyasal panoramasını çizerken bir yandan da 1940-1970 arası Türkiye’sinin siyasal dinamiklerini aktarır. Romanda geriye dönüşlerle kurgulanan bu ikili yapıda Kürt Musdo işgal yıllarının onun oğlu Memo ise güncel olayların kahramanıdır. İşgal yıllarında Antep’in zenginleri işgalcilerle dostluk kurarken, işgale karşı direnen Anteplilere sırt çevirirler. Yıllar sonra yine aynı kişiler bu defa “vatansever” kimliğiyle zenginliklerine zenginlik katmaktadırlar. Yazar romanda bu kesimin her zaman bireysel çıkarının peşinde olduğunu tarihsel süreklilik içinde vermeye çalışmıştır. Müslüm Kabadayı, soL Haber, 09.09.2017
HAKKARİ
O
Ferit Edgü, 1977
Bayram armağanlarını topluyor köy köy.
Bir küp peynir verildi. Bir toklu verildi. Bir teneke bal verildi. Bir teneke turşu.
Defterine not etti verilenleri. Sonra jandarmalarını gönderip aldıracak.
Uzatmalı şöyle dedi bir soru üstüne Öğretmene:
Burda, gelen gelir, alan alır, vuran vurur, vurulan ölür. Kim vurdu? diye sorarsın. Kimse bilmez. Herkes bilir. Hiçbiri ağzını açıp söylemez. Bırakırsın. Çünkü vuranı bir başkası vurur. Diyeceksin ki, Peki hukuk nerde, kanun nerde? Dağın hukuku, kanunu da bu, Öğretmen. Sel Yayıncılık, 2017, s. 151.
Hakkında: Eğer O, Pirkanis’in, Hakkari’nin sorunlarına ya da gerçeklerine eğilmek amacıyla yazılmış bir roman olarak düşünülürse, belli ki pek yüzeysel, hatta acemice bulunur; ama kabul etmek zorundayız ki böyle bir yaklaşımın önce kendisi yüzeysel ve acemicedir. Hiç kuşku yok ki bir “köy romanı” ile karşı karşıya değiliz. Romanda kentlinin bu “on üç haneli, yüz on dört nüfuslu dağ köyünün’ koşullarını ‘yadırgadığına’ ilişkin bir imleme bulunmadığı gibi, Batıcı bir sevecenlik ya da bilecenlik de taslanmamış. Sadece, dillerini bilmediği insanlar arasında yaşayacağının bilincinde olduğunu vurgulamaktadır yazar… Öğrenci ve öğretmen olarak onların dilini öğrenebildiğince öğrenecek, kendi dilini öğretebileceğince öğretecektir. Füsun Akatlı [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s.439]
HATAY
Çete
Refik Halit Karay, 1939
Fakat yüksekten bakarken sanılıyor ki, herkes memnundur; her tarafta sükûnet ve refah mekân tutmuştur; işte rahat rahat tüten bacalar, işte tatlı tatlı kayan yelkenler, işte masmavi, kırışıksız deniz, işte yemyeşil, feyizli ova! Dağdan bakış böyledir, huzur vericidir. Belki Allah da daha çok uzaktan seyrettiği için dünyayı daima rahatta görmektedir. İnkılap Yayınevi, 2017, s.104.
İSTANBUL
Huzur
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1948
Hakkında: Huzur (1949), Türkçede okuduğun en güzel aşk romanı. Üstelik sadece tek aşkın, bir erkeğin bir kadına olan aşkının romanı da değil, iç içe iki aşkın romanı, birbirini besleyen, geliştiren iki aşkın: Mümtaz, Nuran’a olduğu kadar, İstanbul’a da aşıktır. Huzur’da İstanbul sadece bir güzel şehir, bir roman kişilerinin içinde yaşadığı bir çevre değildir; başlı başına bir roman kişisidir, bir sevgilidir. (…) [A]nlattığı çevrelerin roman kişileri olup olmadığına bakmaz; bir Mümtaz gibi, bir Nuran gibi, bir İhsan gibi anlatır İstanbul’u. Ama ne güzel anlatır… Tevfik Fikret’in “facire-i dehr”i, üzerindeki yüzeysel çirkinlikleri, sefillikleri, Tanpınar’ın romanında birer birer soyunarak özündeki güzelliği, tarihle tabiatın sarmaş dolaş olduğu o erişilmez uyumu gözler önüne serer. Tanpınar, dünyanın en güzel “striptiz”ini yaptırır İstanbul’a. Fethi Naci, Yüz Yılın 100 Türk Romanı, İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, s.207.
İZMİR
Denizin Çağırışı
Kemal Bilbaşar, 1943
Hakkında: Birçok edebiyat araştırıcısı Denizin Çağırışı’nı psikolojik yabancılaşmanın ilk örneği olarak kabul etmektedir. Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli ile bu yapıt arasında ilişki olduğunu belirtenlerin başında Ahmet Oktay gelir. Ona göre, …öykü ve romanın daha çok yurt gerçeklerini, özellikle de köy ve kent yoksullarının sorunlarını anlattığı bir tarihte yazılan Denizin Çağırışı‘yla Bilbaşar’ın farklı bir kanal açar gibi olduğu söylenmelidir. Psikolojik yabancılaşmanın ilk örneğidir bu roman. Çok daha yetkin bir örneği, uzun yıllar sonra Yusuf Atılgan yazacaktır: Anayurt Oteli. Bu iki roman arasında açık bir akrabalık bulunmaktadır. Ali Algül, “Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı Romanına Psikanalitik Açıdan Bir Bakış”. Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2014, 11, (20), s. 7-26
KARS
Yelatan
Ümit Kaftancıoğlu, 1972
Hakkında: Kaftancıoğlu’nun kendi köyünü ve bir ölçüde yaşamını anlattığı Yelatan adlı roman, onun tüm yazınsal ufku ve taşıdığı imgelem, halk kültürünü kavrayış gücünü tek başına temsil edebilecek bir güce sahiptir. Yelatan, Bahtin’in “yarı ciddi yarı komik tür” bağlamında tanımladığı çokseslilik öğeleriyle örülüdür. Bir yanda mal mülk tutkunu, gözünü kardeşinin toprağına, hayvanına dikmiş aç gözlü köylü Üseyin, açlık, sefalet, yoksulluk, diğer yanda gülmeceli, şenlikli, imececi köy yaşamı vardır… Alper Akçam, Batı Rönesansında Rabelais, Türkçe Yazında Köy Enstitülüler, Sosyal Bilimler, Sosyal Bilimleri Enstitüsü Dergisi, Sayı 10-11
KASTAMONU
Yıldız Karayel
Rıfat Ilgaz, 1981
1982 Orhan Kemal Roman Ödülü
1982 Madaralı Roman Ödülü
“Eh, en sonunda siz de kavuşuyorsunuz işte yola!” dedi.
“Yolun böylesi olmaz olsun, tarla toprak elden gittikten sonra!”
“Yol dediğin böyle yapılır. Ya tarladan geçer ya topraktan… Başka nasıl olur sanıyorsun!”
“Amma hep fakirin, fukaranın tarlasından, toprağından geçiyor!” diyecek oldu. Dostluk kurar, belki yola getiririm ilerde, diye düşündü. Çınar Yayınları, 2016, s. 66.
Hakkında: Rıfat Ilgaz’ın Madaralı Roman Ödülü alan bu romanı, Karadeniz’in Kıyıcığında ile birlikte bir Batı Karadeniz panoraması oluşturuyor. (…) Yıldız Karayel‘de, yetersiz topraklarını ekip biçmeyle geçinmeye çalışan köylülerin yaşamı var. Orman ürünlerinin kesimi, kara ve deniz taşımacılığı, doğayla birlikte düzensiz bir ekonominin kurbanı olan kıyı köylülerinin bütün yaşamı ve yaşama karşı olan tutkuları. Yıldız Karayel, Rıfat Ilgaz’ın kaleminden gene bize Karadeniz’i sunuyor. Doğan Hızlan, Cumhuriyet Gazetesi 20 Mayıs 1982, s. 5.
KAYSERİ
Acemiler
Erhan Bener, 1952
Hakkında: Kayseri, roman kişilerinin aldıkları kararlarda, hayatın akışına kapılışlarında ve güçsüzlüklerini algılayışlarında en etkin öğedir. Ömer, ait olduğu toplumsal sınıfın törel yargıları altında ezilmekte; Necdet ve Nesrin’in aşkı bu küçük kentte umutsuz bir şekilde bitmekte; Tahsin için ise kent bir var oluş sorununa dönüşmektedir. İnsanlar ve olaylar bu kent içinde kaynaşmakta, kent akışa karşı koyamayan kalabalıkları barındırmaktadır. Kayseri, sokakları, kahveleri, ören yerleri, istasyonuyla roman kişileri için birere mekan olduğu kadar, kentin kimliğini yansıtan, ruhunu yaşatan ortamlar olarak da betimlenirler. Kimi zaman da kent hakkında yapılan tasvirler, izlenimciliğin dışında sembolik anlamlar kazanır. Kayseri, bu şekilde heybetli, ulaşılmaz, varlığıyla insanın toğlumun üstünde bir kent olarak belirir. Aşılmazlığıyla insanları ezer, bir örnekleştirir. Betül Mutlu, Cumhuriyet Kitap Eki, 06 Aralık 2012, s.13.
KIRKLARELİ
Bıyık Söylencesi
Tahsin Yücel, 1995
Hakkında: (…) romanın konusu, günümüzün temel sorunlarından biri: göstergenin (ya da kimilerinin deyimiyle, imgenin) toplum içinde kullanımı, işleyişi, algılanması, giderek güçlenmesi, gösterdiği şeyin yerini alması, onu gösterir görünürken, ezmesi. Bıyık, ne denli görkemli olursa olsun, yalnızca bıyıktır. Ama bizim romanda, erkekliğin, yakışıklılığın, daha da önemlisi kitlenin şanlı geçmişinin ve şanlı geleceğinin göstergesi, yani, kendi özüne dönme görüntüsü altında, bir yabancılaşma etkeni olur. Bu arada, herkesten önce, kendisini taşıyan adamı yabancılaştırır, yavaş yavaş, onda gösterir göründüğü şeyden, erkeklikten bile uzaklaştırır onu. Çağdaş Söylenler’in unutulmaz yazarı Roland Barthes, yıllar önce, bakıp usanmak bilmeden göstergenin doğallığını yıkmak için savaşmaktan söz ediyordu. Bıyık Söylencesi bunu yapıyor bir bakıma, kendi çapında, kendi araçlarıyla. Tahsin Yücel, Cumhuriyet Kitap Eki, 8 Haziran 1995, s.6
KOCAELİ
Sessiz Ev
Orhan Pamuk, 1983
1984 Madaralı Roman Ödülü
Hakkında: Bu romanında bir ailenin yetmiş yıllık geçmişini, aradan geçen yetmiş seksen yılda oluşan tarihsel gelişimi sergiliyor Orhan Pamuk. Ama doğrudan doğruya tarihle bağlantılı olan bu romanı, bir tarih kitabı okur gibi okumuyoruz. (…) Orhan Pamuk bu romanında Osmanlı’dan bu yana gelen siyasal çizgiyi, Doğu’yu iyiden iyiye aşağılayacak kadar Batı hayranı Osmanlı aydınını, günümüz Türkiyesinde çeşitli katmanlardan tiplerle birlikte geçmiş dönemde yaşanan siyasal olayları kendisi için yeni denilebilecek bir anlatım tekniğiyle sergilemeyi amaçlamış. Zeynep Özkan, [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, 2015, Evrensel Basım Yayın, s. 517]
KONYA
Küçük Ağa
Tarık Buğra, 1963
Hakkında: Her yazarın gönlünde bir büyük konu yatar. Hatta bunu yazmak için doğmuştur. Benim için de Küçük Ağa böyledir. Neden mi? Garp Cephesi Komutanlığı Akşehir’e geldiğinde 3.5 yaşındaydım. O günlerden bir takım fotoğraflar kaldı kafamda. Yaralıların yatırıldığı okul evimize komşu olan binaydı. Sedyeler bahçeye taşmıştı. İniltiler, feryatlar, sayıklamalar kulağımıza gelirdi. Cepheye sevk edilen askerlere kapı önlerinde su verirdik. Top sesleri duyulurdu. Bunlar birer fotoğraf gibi kazındı beynime. Savaşın önemini düşünmeden kavradım. Önce Ağır Ceza Reisi, sonra avukat olan babam kasabada saygın bir kişiydi. Topal Gazi diye anılan bir arkadaşı vardı ki üstü başı dökülürdü. Onunla yazıhanesinin arka odasında oturup akşamları bir-iki kadeh içtiklerini gördükçe üzülürdüm. Yakıştıramazdım babama bu adamla dostlu etmesini. Bir gün eve dönerken, Belediye Meydanı’nda bunu kendisine söyledim. Hayatım boyunca babamdan yediğim ender tokatlardan biri işte o an suratıma indi. “Kim o, biliyor musun?” dedi babam. Ben ağlıyordum. Eve vardığımızda anlattı. Topal Gazi Kurtuluş Savaşı kahramanlarındandı, büyük yararlıklar göstermişti. Sanırım Küçük Ağa‘daki Çolak Salih tipi o zaman yer etti kafamda. Yazar oldum, konu peşinde sürttüm durdum. Ama alttan alta hep Küçük Ağa, hep Kurtuluş Savaşı işledi. Yakından tanıdığım, törelerini, değer yargılarını bildiğim insanları o çetin dönemeçte anlatmak istedim. Tarık Buğra, Cumhuriyet Gazetesi, 25 Mart 1984, s. 14
MALATYA
Namuscular
Kemal Tahir, 1974
Hakkında: [Namuscular‘da] Kemal Tahir, gazeteci Murat’ın kişiliğinde daha çok kendi yaşantısını dile getirmiştir. Sahife kenarlarına koyduğu notlardan anlaşıldığına göre, bütün mahpusların uyuduğu korkunç hapishane gecelerinde sabahlara kadar çalışarak bu sarı defterleri üst üste yığmış, korkunç hapishane yıllarını, oradan oraya sürülmelerini tadına doyum olmayan türkçesiyle anlatmıştır. Anadolu hapishanelerinin koyu zindanları, gerçek insan sömürüsü, mahpusların ıstırapları, sevinçleri, heyecanları, bütün bunların hepsi otantik olarak verilmektedir. Kişiliğini yapan görülmemiş cesaret, metanet, soğukkanlılık, şakacılık ve insancıl davranışlar, bu romanlarında da açıkça görülüyor. Eşi Semiha Kemal Tahir, Namuscular, İthaki Yayınları, 2008
MANİSA
Anayurt Oteli
Yusuf Atılgan, 1973
Bir iki iki delik
Keçeci Zade Malik
Arap rakamlarıyla ‘bir, iki, iki delik’ bin iki yüz elli beş ediyor; şimdiki tarihle bin sekiz yüz otuz dokuz. Caddeye bakan yüzü aşı boyalı. Üç mermer basamakla çıkılan dış kapı iki kanatlı, yarıdan yukarısı camlı, demir parmaklıklı, kapının iki yanındaki iki büyük pencere de parmaklıklı; öteki katların pencerelerinde parmaklık yok. Kapının üstündeki kemerde koyu yeşil üstüne ak yazılı büyük teneke levha: ANAYURT OTELİ. Can Yayınları, 2017, s. 13.
Hakkında: Ahmet Hamdi Tanpınar Hocamın roman konusunda en çok tekrarladığı cümlelerinden biri şuydu: “Bir romanda verilebilecek şeylerin azamisi, ferttir. ” İşte bu kitapta o var. Pek çok yazarlarımızın, hep olaylar dizisini ön plana almak, gerçeği taklitle yaşatmak eğilimi yüzünden ihmal ettikleri insan. Üstelik bir otelde, gözününde; on sekiz yıl boyunca kimsenin bakmadan, görmek gereğini duymadan, tanımak ihtiyacını düşünmeden önünden gelip geçtikleri sıradan bir insan… (…) Özellikle Cumhuriyet sonrası edebiyatımızda yazalarımız, sorumlu bir görevliliğin gereiyle bize nice “küçük insan” tanıttılar. Arada “mariz tipler” diyebileceğimiz hasta ruhların düğümlerini açıklamaya çalışan emekler de oldu (…) Ama hiçbirisinin eserinde, bir insanın doğum öncesindeki kuşaklar kalıtımından başlayan oluşumu – kendini bir şeyler sanmanın umutlariyle birlikte- yalnızlık ve sevgisizlik dünyasının deliliğe varılan sınırlarına kadar böylesine başarıyle ve inandırıcılıkla işlenmemişti sanıyorum. Rauf Mutluay, Cumhuriyet, 20 Aralık 1973, s. 6.
(adsbygoogle = window.adsbygoogle || []).push({});
MARDİN
Tüfekliler
Ümit Kaftancıoğlu, 1974
“Ere ere, bese lo, Kemalo başo” derler.
İşte şatonun görüp gördüğü devrim budur. Onun dışında Atatürk’ten, devrimlerden iz bulmak olanağı yoktur. Bir de şatodakilere verilen soyadı. Remzi Kitabevi, 1974, s. 47.
Hakkında: 1970’li yıllardan itibaren genel olarak öykü ve romancılığımızda gözlenen yönelimlerin farklılaşması sürecinde Ümit Kaftancıoğlu, özellikle Tüfekliler (1974) romanıyla feodal kalıntıların siyasal iktidarla ilişkilerini ele alır. Ağa, aşiret, politikacı ekseninde kök salan kirlenmenin, nasıl bir tortu üzerinde boy verdiğini ayrıntılarıyla sergiler. Feodal gerilimin, kent siyasal yaşamıyla birlikte işlenişinin çarpıcılığı, onun bu çalışmasında, otobiyografik çerçevenin bir aşiret tipolojisine yansıtılışı bakımından önemli bir eksene oturur. Bu yapıt aynı zamanda Türk edebiyatında feodal beylerin, cumhuriyet dönemi içerisinde siyasal iktidarla ilişkilerini irdelemek, siyaset ve hükümet etme kurumlarının, güçlü bir sanatçı önsezisiyle, 1990 ve 2000’li yıllardaki yerel ve ulusal ölçekteki izdüşümünü görmek bakımından da önemlidir. Bu gerçeklik, Kaftancıoğlu gibi, diğer enstitülü yazarların öngörülerinin nasıl tarihsel bir bilinçle perçinlenmiş olduğunu görmek bakımından önemlidir. Halkı; paylaşımcı olduğu kadar yeri geldiğinde nasıl da çıkarcı olduğuyla, direngen olduğu kadar yeri geldiğinde nasıl da üzerine ölü toprağı serpilmiş bir halde teslim olabilirliğiyle de tanıyabilme ayrıcalığıdır. Metin Turan, http://www.telgrafhanesanat.org/edebiyatta-kisilik-ve-umit-kaftancioglu-1756.html
MUĞLA
Aganta Burina Burinata
Halikarnas Balıkçısı, 1945
Hakkında: Ölüleri, dirileriyle, balıkçıları, açık deniz gemicilerinin yaşayışlarını anlatan Aganta Burina Burinata (1946), Halikarnas Balıkçısı’nın en iyi eseridir. Bilinen roman ölçülerine uygun, mekan içinde, bütün zaman içinde genişliğine ve derinliğine işlenmiş, kişileri konuya göre kademelendirilmiş, muvazeneli bir kuruluşu yok. Burada eserin asıl kişisi ‘deniz’dir, tabiat ortasındaki muhteşem ve mitolojik varlığı ile ‘Ege Denizi’. Kişiler, denizi anlatmak için birer bahanedir; deniz herşeyin üstünde varlığını duyurur. Rüzgarın, denizin üstünde yaşanların hallerini anlatırken olduğu kadar hiçbir yerde kılı kırık yararcasına itinalı değildir. Karaya ait konularda sıkıntılı, tez canlıdır. Ama denizin gece, gündüz, fırtınalı, sakin hallerindeki güzelliği tasvir ederken, yazarın; insanları da meselelerini de ikinci plana bırakışını bazen haklı buluruz. Tahir Alangu [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 102]
NEVŞEHİR
Unutkan Ayna
Gürsel Korat, 2016
2017 Orhan Kemal Roman Ödülü
Bu söz, Çerçi Boğos’un aklından şöyle bir geçti. Bir tanıdığı söylemiş de aklında kalmış gibi. Gökyüzü karanlıkla sarmalanmıştı, yıldızlar ışıl ışıldı, bir bağ yolunda durup atını dinlendirirken, uzaktan uzağa şakıyan bülbülün sesini dinleyerek elindeki kayısı kurusunu ağzına attı; sonra meyvenin ekşiliğini damağında duya duya ölümü düşündü, dilini dudağını büzerek geceyi dinledi. İğde ağaçlarının çiçek açma zamanıydı, yol boyunca dizili ağaçlardan iğde kokusu geliyordu.
“Vurulup ölsem” diyerek kahırlandı Boğos, başını dünya boş anlamında sağa sola salladı, “Nevşehirliler bana acıyacak değil ya…” Yekinip ayağa kalkmak için elini yere bastırdı, ıhlayarak doğruldu; yük taşımaktan beli incinmiş olmalıydı, kayısının ne de güzel ekşisi vardı.
Vurulup ölsem… Nevşehirli bana acımaz da, artık kimsenin getirmez olduğu kayısı kurularına, pestillere, pekmezlere acır. Kim getirecek bunları, tek çerçimiz oydu, der. Yapı Kredi Yayınları, 2016, s. 13.
Hakkında: Kapadokya’yı yazarken kendi içimde dolaşıyorum. Orayı anlatırken ölümsüzlüğü sınamak kadar yanıltıcı bir duyguyla göneniyorum. Kapadokya’nın ışığı, dokusu, kokusu, dili, tarihi, evleri, bulutları, otları, kayaları, yolları, bu dünyanın hiçbir yerinde hissetmediğim bir “ben’e dönüş” yaratır içimde. Kanımca yazar, kendi bedeninde ve ruhunda tüm insanlığı sınar; bunu yapıyorum evet ama kendi bedenimi, aklımı ve düşlerimi de Kapadokya’da sınıyorum. Bunu yapabildiğim tek yer orasıdır. Gürsel Korat, Cumhuriyet Gazetesi, 18 Nisan 2016.
NİĞDE
Küçük Paşa
Ebubekir Hazım Tepeyran, 1910
-Pekala, peygamber kimdir?
-Allah’ın torunu.
-Babası kimdir?
-Adem babamız.
-Anası da Havva anamız olduğunu tabii bilirsin, sormaya hacet yok. Namaz nedir?
-Köyde erkeklerden bazıları boş kaldıkça kılar, dişi ehliler kılmaz; sevaplı bir iştir.
-Devlet nedir?
-(Bu kadar basit bir sual ile tahmik edildiğine canı sıkılmış gibi bir tavır ile) Bunu herkes bilir: Köylerden vergi asker alır; vakat (fakat) kendisi gelmez, kuduz gibi zabityeleri (zabtiyeleri) saldırır, zift gibi yapışan tasildarları (tahsildarları) yollar. İnkilap Yayınları, 2011, s. 36.
Hakkında: … Küçük Paşa, edebiyatımızda Karabibik’ten sonra köye yönelen ikinci eserdir. Orta Anadolu’nun -belki Niğde’nin- yoksul köylerinden birinin yaşama koşulları, bir ana ile oğulun başından geçenlerin çevresinde verilmiştir. (…) [G]erek çevrenin ve olayların anlatılışı, gerek kişilerin ruh hallerinin çözümlenmesi bakımlarından eserde, yer yer, gerçekten başarılı noktalar vardır. Fakat bütünüyle Karabibik’teki başarıya ulaşılabilmiş değildir. Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikaye ve Roman, Kapı Yayınları, 2016, s. 311.
SAKARYA
Sarduvan
Faik Baysal, 1944
1994 Orhan Kemal Roman Ödülü
Hakkında: Türk (Anadolu) köylüsünün 20. yüzyıl içindeki yaşam (ölüm kalım) savaşımında bütün bir insanlık dramını başarıyla dilegetiren, bir toplumun en alt kesimi sayılan “ayaktakımı”nın ezik, acıklı dışlanış serüveninde bütün insan topluluklarının hala en büyük ayıbı “ayrımcılığın kıyımı”nı güzel Türkçesiyle eşsiz bir tablo inceliğiyle dokuyup çizen çok değerli yazarımız Faik Baysal’ı bir kez daha selamlıyorum. Onun ancak Kazancakis, Gorki, İstrati, Şolohov türünden büyük yazarlara özgü “Akdeniz havzası duyarlılığı” önünde saygıyla eğiliyorum. Tansu Bele, 7 Ekim 1993 Cumhuriyet Kitap Eki, s. 8.
SAMSUN
Savaş ve Açlar
Hasan İzzet Dinamo, 1968
“Kumandan, Kumandan, altı boğazı bir lirayla mı doyuracağum?”
(…)
“Al bunları, çocukların karnı boş kalmasın. Tersliğe bak ki çocukların hepsi de küçük. Tabakhaneye köpek boku toplayamayacak kadar küçük. Yoksa rejiye gönderir, tütünde çalıştırır, olmazsa sırtına bir teneke bağlayıp eline bir maşa vererek köpek boku toplatırdın. Ne yazık ki senin yavrular, bunların hiçbirini yapamayacak kadar küçük.” Tekin Yayınevi, 2017, Sf.201
Hakkında: Ben çocukluğumdan beri savaş düşmanı ve barışseverim. Bunu bende büyütüp çiçeklendiren de Birinci Dünya Savaşı’nın içime yerleştirdiği karanlık ve korkunç savaş kompleksi olmuştur. Enver Paşa’nın Sarıkamış fatihi olmak isterken Allahüekber dağlarında karlı tipili bellerinden aşırıp öteye düşürmek istediği yüz bin talihsiz Türk ordusunun saflarında, babam Ahmet Çavuş’la ağabeyim Ali de vardı. Bu iki halk çocuğu da Allahüeker dağlarının o korkunç tipileri arasında seksen bini aşkın Türk çocuğuyla bozulup gitti. Henüz beş yaşında bir çocuk olan benim için savaşın anlamı işte buydu. Eve ekmek getiren babamla ağabeyimin bir daha dönmemek üzere alıp giden savaş yılları, bize bol bol açlık ve ölüm getirmişti. Kardeşlerim açlıktan kırıldılar. Annem kahrından ölüp gitti. (…) İşte Savaş ve Açlar romanı, Allahuekber dağlarının tipileri arasında boğulup giden iki Trabzonlu askerin Samsun’da açbiilaç bıraktığı kalabalık çoluk çocuğun korkunç öyküsüdür. Hasan İzzet Dinamo [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 202]
SİİRT
Sürgün
Behzat Ay, 1975
Hakkında: Behzat Ay, sürgünden sürgüne gezmiş bir aydın olarak, elbette, günün birinde bunların ürününü verecekti. İşte onun çoktan beri elimde bulunan Sürgün kitabını, daha doğrusu romanını okurken sürekli ayaklanış duygulariyle sarsıldım. Gerici, faşist düzenin, kaynak suları gibi tertemiz, idealist bir özle dopdolu, son kerte çalışkan bir ilk öğretim müfettişini güney doğu illerimizin kayalıklarında yaralı bir keklik gibi sektirerek dolaştırıp yıpratmasını ayaklanmadan okumak elde değil! Kara düzen, çok pahalıya mal olmuş en gerekli aydınları acımaksızın harcamak uğruna nasıl harıl harıl, koordine çalışıyor. (…) Ben de belki bu kara düzenin ilk kurbanlarından bir öğretmen olduğumdan olacak, Behzat Ay’ın yazdıkları içimdeki çok eski yaraları bir kez daha depreştirdi. (…) Belki hiçbir ulusun tarihinde, zamanımızda olduğu gibi, öğretmen, siyasal yöneticilerden böyle aşağılama, kıyım görmemiştir. Burjuvazinin temsilcileri, öyle çok mal mülk yağmasına koyulmuşlardır ki, işçi sınıfına bunun kırıntısı düşmesin diye onu aydınlatmağa, en insancıl hakkı olan okuyup yazmayı onlara öğretenlere düşman kesilmiş, on bin öğretmeni işçi olarak Almanya’ya kaçırtmış, bana bir sözcük öğretenin kulu kölesi olurum diyen kutsal deyişlerin üstüne yürümüştür. Hasan İzzet Dinamo, Cumhuriyet Gazetesi, 13 Ağustos 1976, s. 6.
SİVAS
Ateş ve Kuğu
Burhan Günel, 2004
2005 Yunus Nadi Roman Ödülü
Hakkında: Sivas olaylarında tarafım ben. Romanı, uzun bir şikâyet dilekçesine benzetirsek; yakınmacı durumundayım. Sıcağı sıcağına yazsaydım duygularımı bastıramayacaktım. ‘Taraf’ olduğum çok belirginleşecekti. Dolayısıyla, yazdığım metin büyük olasılıkla roman olamayacaktı. On yıl, olaya ve sonrasındaki olguya biraz daha serinkanlı yaklaşmamı sağlayabildi. Bunun dışında, her şey yerli yerinde duruyor. Yaşarken de yazarken de biliyordum bunun böyle olduğunu. Yazdıktan sonra yaşadığım süreçte, yangınının sürekliliğini iyice kavradım. Hem bireysel hem toplumsal yanıkların sızısını her an duyuyorum.” Burhan Günel, Varlık Dergisi Kitap Eki Eylül 2005, s.4.
TUNCELİ
Cemo
Kemal Bilbaşar, 1966
1967 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
Hakkında: Önce şunu belirtmeliyim; roman çapında beslenip gelişmiş bu serüven, Cano’nun, Cemo’nun, Memo’nun, Senem’in aşk ve dövüş yaşantılarıyla renkli bu Doğu Anadolu hikayesi: Konusuna denk düşen ilkel ve tatlı anlatımı, vazgeçilmez ağız taklitleri ve kelime tasarruflarıyla zengin bu gerçek masal dünyası, kahramanların görüş ve gösteriş öznelliğiyle kişisel bir tahkiye örneğidir. Ne yalnız bir hikaye, ne alışılmış bir roman… Belki bir halk hikeysi, bir destan tadında basitliğiyle büyük, yontulmamış dev bir anıt gibi güzelce, kaba, yepyeni ve benzersiz bir eser. Samih Emre [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 212]
ŞANLIURFA
Eşkıya Kuza
Osman Şahin, 2017
Büyük aşiretlerin kendilerine özgü bir tür iç mahkemeleriydi onlar.
Yaşlılar Heyeti üç kişiden oluşurdu. Üçü de hacca gitmiş gelmiş yaşlılardan seçilirdi. Sakallarına kına gözlerine sürme çekerlerdi, yaz günü ayaklarına yumuşak deriden mestler geçirir giyerlerdi.
Yaşlılar Heyeti, sorguya çekecekleri erkekle kadını, eşit görmedikleri için onları karşılarına almaz, yan yana oturtmazdı. Erkek, dört adım önde, minder üstüne diz çökmüş olurdu. Kadın dört adım geride, hasırın üstüne oturur, yalnızca gözlerini açıkta bırakırdı.
Soruları ortadaki kına sakallı sorardı. Kına sakallı sorgularken kadın ağzını asla açamaz, konuşamazdı. Konuşması yasaktı. Kına sakallılara göre, kadın günah sebebiydi. Havva Ana gibi “elma şeytanı”ydı. (…) Kadının konuşması yasaktı. Konuşma yerine avuç içi büyüklüğünde yuvarlak bir dere taşı konulmuştu kadının elinin altına. Soru sorulunca kadın taşı eline alır, yanıt yerine “küt küt” vururdu yere. Kadının ne kadar şikayeti varsa taşı da o kadar yere vururdu. Taşın çıkardığı küt küt sesleri, konuşma yerine geçerdi. Can Yayınları, 2017, sf. 49.
Hakkında: Osman Şahin’in “Eşkıya Kuza”sı şiddet, intikam, sevdiğini kaybetme ve doğuda kadın olma üzerine düşünmemizi sağlayan bir roman. Bir soru takılıyor akla: Kaç kişi öldürüldüğünde intikam alınır? Kaç kişinin ölmesiyle biter kan davası? Asuman Kafaoğlu Büke, Cumhuriyet Kitap Eki, 08 Haziran 2017, s. 6.
UŞAK
Toz Duman İçinde
Talip Apaydın, 1974
– Yıkın ulen, yıkın! Çıkarın çarıklarını! Dürzüler sizi! Oyun mu oynuyoruz burada ulen? Devlete borcunu vermeyen dürzünün kemiklerini kırarım ben. Vurun, gebertin!
Adamı yıktılar. Ayaklarını tüfeğe geçirip sopayla vurmaya başladılar. Zaptiyelerden birisi geride duruyordu. O pek karışmıyordu nedense. Ama öbürleri pek iştahlıydılar. Vurdukça adam sarsılıyor, tozun toprağın içinde debeleniyor, bar bar bağırıyordu.
İbrahim Bey dayanamadı.
Bırakın şunu Başefendi, dedi. Buğday saklayacak adam değil o. Beceremez. Zavallıın biri.
Zaptiye başı gülümsedi,
– Maksat köylüye gözdağı vermek ağa, dedi. Saklamak isteyen olursa ibret alsın. Literatür Yayınları, 2017, s. 97.
Hakkında: Tarihi romanlarımız sıradan kahramanlık “menkıbeleri” olarak sunulduğu ve tarihsel romanların böyle olması gerektiği biçimindeki bir algı egemen olduğu için ne yazık ki yakın döneme, özellikle müthiş bir aydınlanma yaşadığımız 1940’lı yıllara kadar genellikle tarih bilincinden habersiz “romansılar” tarihten de soğutmuştu okurları. Talip Apaydın’ının “Toz Duman İçinde“, “Vatan Dediler” ve “Köylüler” adını taşıyan romanları sağlam tarih bilinci ve olanca gerçekliğiyle bugünleri anlamak için önemli bir fırsat… Öner Yağcı, Cumhuriyet Gazetesi Kitap Eki, 03 Kasım 2016, s. 14.
YOZGAT
Yılkı Atı
Abbas Sayar, 1970
1970 TRT Roman Başarı Ödülü
Hakkında: Görünüşte etkili ve duygulu bir hayvan hikayesi; ama sadece o kadar değil. Bir toprağın kısmetini paylaşmakta aynı çaresizliklerde birleşen insanlarla hayvanların ortak kaderi. Yerel ağız özelliklerini koruyarak, duygularını ve davranışlarını ilettiği kişileri kendi koşulları içinde izleyerek yazılmış gerçekçi bir gözlem. Toplumsal dayanışmadan yoksun dar çevrenin insafsız yokluğu içinde yalnız kendi evini, yalnız kendi çiftini, yalnız kendi kurtuluşunu düşünen; hayallerinde bile aynı çıkarcı davranışla çevresini ezen karamsar bir bencillik. (…) Duygulu bir hayvan hikayesi değil, anlamlı bir köy gözlemidir eser. Saygı ve özen gösterilmesi gereken bir ilk eser. Rauf Mutluay [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 322]
ZONGULDAK
Yanartaş
Mehmet Seyda, 1970
1970 TRT Roman Başarı Ödülü
Hakkında: Romanda [Yanartaş] yalın olarak bir çok alıntıya, bir çok belgeye yer verdiğim için “belgesel roman” deyimini bilerek, ısrarla kullanıyorum. Meclis tutanaklarından, devlet büyüklerinin söylevlerinden, antlaşma metinlerinden… Aldığım belgelerin roman kişilerinin yaşantılarına yansıyan etkilerini kitabı okudukça göreceksiniz. Mehmet Seyda, Cumhuriyet Gazetesi, 13 Mayıs 1970, s. 6.
AKSARAY
Bizim Köy
Mahmut Makal, 1950
Bu duvarlar 1945’te yapılmış, bu yıl da örtülmeseydi, yağmurdan çökecekti. Nitekim, daha 1936’da da bir okul için böyle dört duvar yapılmış, ama üstü bir türlü örtülemediğinden yıkılmaya yüz tutmuş, köylü taşlarını bölüşmüş.
Zaten kendileri de demiyorlar mı, “Efendi, bu yıl seni göndermeselerdi, bunu da yıkardık. Beş-on yıl daha rahat ederdik. Ama olmadı işte…” Literatür Yayınları, 2017. s.107.
Hakkında: Köy Enstitülü yazarların içinde ilkin edebiyat dünyasına düşüp tartışılanı, bir anlamda Köy Enstitülüler içinde ön alanı Mahmut Makal, salt acı gerçekleri gün ışığına süren bir yazar değildir. Onun cümleleri kısadır, süssüzdür. İçlerinde Şamanizmin izleri sezilir. Abartmasızdır. Olanı olduğu gibi, dolaysız söyler. Anlattığı yerlerin, koşulların, kişilerin diliyle yazar. (…) Hatta Makal’la Türk düzyazsının yönü, anlatım biçemi değişmiştir. Bu görüşümü sivri bulacaklara, hani Mahmut’tan önce Anadolu’ya değindiği, köyü anlattığı söylenen o Karabibik‘ten, Küçük Paşa‘dan, Yaban‘dan birer paragraf, bir de Mahmut’tan bir paragraf alıp karşılaştırmalarını öneririrm. O zaman, Köy Enstitülü yazarların, özellikle Mahmut Makal’ın Türk diline, anlatımına, düzyazısına neler getirdiğini göreceklerdir. Osman Bolulu, Cumhuriyet Kitap Eki, 16 Nisan 1998, s. 5.
BAYBURT
Komünist İmam
Hasan Kıyafet, 1969
Bu söylediklerime kulak verirsen, şu gördüğün ulu doruklar, bir ana içtenliğiyle bağıma basar seni. Bir baba olup kanatlarını gerer üstüne. Alıcı kuşlara kaptırmaz yavrusunu. Yakın örneği olaraktan al beni. Ben onları ana ata, onlar da beni öz oğul edindiler. Yıllardır koyun koyuna geçinip gidiyoruz işte… Ceylan Yayınları, 3013, s. 40.
BARTIN
Yeşil Gölge
Kemal Bilbaşar, 1970
1970 May Roman Ödülü
Hakkında: Yeşil Gölge, Cumhuriyet dönemi toplum yaşantımızın 1946’larda Karadeniz bölgesinden alınmış bir kesintidir. Roman bir yandan halkçı geçinen, yozmuş bir iktidarın küçük-kasaba temsilcilerini, onların kurdukları soygun düzeninini, kirli işlerini, gaddarca tertiplerini, işbaşında kalmak için cinayetten bile çekinmediklerini ortaya koymakta; öte yandan Atatürk devrinde sinmiş, gizlenmiş gerici güçlerin -ağaların, eşrafın ve şeriat takımının- yeni kurulan partiyi iktidara getirmek için nasıl el ele verdiklerini, nasıl hazırlandıklarını (…) anlatmaktadır. Yeşil Gölge, (…) 1945’te Kadırga adıyla oyun olarak yazıldı, CHP’nin oyun yarışmasına katıldı. Jüri, Kadırga’yı ikinci ödüle layık gördü. Ne var ki parti sorumluları, toplumcu yazarlığımı muhaliflikle yorumlayarak bu ödülü iptal ettiler. Kemal Bilbaşar, Cumhuriyet Gazetesi, 21 Ocak.1995, s.15.
ARDAHAN
Kanlıderenin Kurtları
Dursun Akçam, 1975
1976 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü
“Viran olasın Çeşmir, nice zulumlar başımızda!”
Çeşmir, Anadolu’nun kuzeydoğu ucunda. Orada başı göğe değen dağlar var, her daim dumanlı dağlar. Kış gelende bel verir, yol vermez dağlar, bulutlarla oynaşan, fırtınalarla söyleşen…
Bu dağların derinlerinde bir nokta, kışın aklığında, yazın yeşilinde kara bir lekedir Çeşmir köyü. Sınırları dardır. Bir yanında Evliyatepesi, öbür yanında Boncuksırtı. Sakora tepesi daha uzakçadır. Ötelerden Emirdağ’ın başı görünür. Evliyatepesi’nde, Evliya Hazretleri, Çeşmir köyünü korur. Karakolun yolu Boncuksırtı’ndan aşar. Emirdağ’ın başından yağmur gözlenir. Eteklerinde Bekir Bey’in sürüleri… Arkadaş Yayınları, 2013, s. 5.
Hakkında: Dursun Akçam, Kanlıdere’nin Kurtları adlı romanında gördüğü, yaşadığı gerçekleri, yakından tanıdığı insanları, bu insanların çilelerini anlatıyor. Belli, söylemek istedikleri yıllar yılı birikmiş Dursun Akçam’da; bunun için roman yapısı, anlattıklarının bu yapı için gerekli olup olmadığı pek ilgilendirmiyor onu, söyleyeceğini söylüyor. Söyledikleri alabildiğine acı, alabildiğine kahredici; insanı etkilemesi için ayrıca bir romancı ustalığı gerektirmeyen acılıkta, kahredicilikte gerçekler. Dili temiz. Anlatışı sürükleyici. Fethi Naci, 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Gelişme, Gerçek Yayınevi, 1990, s. 284.
IĞDIR
Ağrı Dağı Efsanesi
Yaşar Kemal, 1970
Ağrıdağının yamaçları böyle taş olmuş adamlarla dolu. Ağrı, doruğuna çıkanı, orayı göreni, ateşini çalsın çalmasın, hiçbir zaman bağışlamamıştır. Yapı Kredi Yayınları, 2014, s. 100.
Hakkında: Dağlar insanoğlunun en çok uğraştığı tabiat parçalarıdır. Büyük aşklar dağlarda geçmiştir. Sonra dağ insanı öbürlerinden çok başkaldırmayı, kafa tutmayı bilir. Özgürlükleri için en çok başkaldıran dağ insanlarıdır. İşte Ağrıdağında geçen bu kadim aşk efsanesinde halkı yüzyıllardan beri -hep kullanırım bu deyimi- üstünden binlerce yıl su geçmiş çakıl taşları gibi güzelleştirmiştir bu efsaneyi. (…) Benim yarı efsane, yarı gerçeği anlatma yolunda bir tutkum var. Ağrı Dağı Efsanesinde bunu daha çok yoğunlaştırdım. Ben iki büyük gücün sonsuz yaratıcılığına inanıyorum. Biri doğa, biri halk. Gücüm yettiğince bu romanda, bu iki büyük gücü bir araya getirdim. Yaşar Kemal [aktaran: C. Çetin, İnce Memed’in yazarı ünlü romancı Yaşar Kemal ilk aşk romanını yazdı, Hürriyet, 1970)
OSMANİYE
İnce Memed
Yaşar Kemal, 1955
Biraz daha içeri, bir taraftan Anavarzaya, bir taraftan Osmaniyeyi geçip İslahiyeye gidilecek olursa geniş bataklıklara varılır. Bataklıklar yaz aylarında fıkır fıkır kaynar. Kirli, pistir. Kokudan yanına yaklaşılmaz. Çürümüş saz, çürümüş ot, ağaç, kamış, çürümüş toprak kokar. Kışınsa duru, pırıl pırıl, taşkın bir sudur. Yazın otlardan, sazlardan suyun yüzü gözükmez. Kışınsa çarşaf gibi açılır. Bataklıklar geçildikten sonra, tekrar sürülmüş tarlalara gelinir. Toprak yağlı, ışıl ışıldır. Bire kırk, bire elli vermeye hazırlanmıştır. Sıcacık, yumuşaktır.
Üstleri ağır kokulu mersin ağaçlarıyla kaplı tepeler geçildikten sonradır ki, kayalar birdenbire başlar. İnsan birden ürker. Kayalarla birlikte çam ağaçları da başlar. Çamların birer billur pırıltısındaki sakızları buralarda toprağa sızar. İlk çamlar geçildikten sonra, gene düzlüklere varılır. Bu düzlükler boz topraktır. Verimsiz, kıraç… Buralardan Torosun karlı dorukları yanındaymış, elini uzatsan tutacakmışsın gibi gözükür. Yapı Kredi Yayınları, 2016, s. 9.
Hakkında: Bir kez verilmiş olan Varlık Roman Armağanı’nı kazanan İnce Memed, dünya dillerine en çok çevrilen, Türkçe’de en çok basılıp satılan eserlerin başında gelir. İnce Memed, hem haksızlıklara baş kaldıran, hem kişisel direnişiyle öce adanan, hem toplum düzensizliklerine çare bulan yiğitliğiyle halkımızın büyük özlemine cevap veren yiğit bir eşkiyadır. Şiirsel ve coşkulu bir anlatımın tadıyla iletilen romanda onun kişiliği, bir amaca bağlanmış insan iradesinin sonsuz dayanışıyla sürer. Kitap sonunda ortadan kaybolan kimliği, yazarına ikinci bir cilt yazdıracak kadar güçlüdür. Rauf Mutluay, 50 Yılın Türk Edebiyatı, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 608.
DÜZCE
Karadeniz’in Kıyıcığında
Rıfat Ilgaz, 1969
Kaç gündür sürüp giden karayel, sabaha doğru maynalamıştı. Kıyıya güçlüle varabilen ölü dalgalar kalmıştı. Gündoğusu-poyraz arası bir rüzgar esiyordu Ereğli üzerinden.
Semender’in karnını iki yandan saran, kalın gedebot, dört kollu ırgata dolanmıştı. Irgatın dibinde oturan yaşlı bir gemici, motor felekleri üzerinden kaydıkça halatı kalma ediyordu. On ton iç fındık vardı Semender’de. Halat elinden bir kurtuldu mu ne motorun hayrı kalırdı, ne fındık çuvallarının… Temel Reis’in bir gözü motorda, bir gözü ırgattaydı. Biraz yana yattı mı motor, iki kolunu kaldırıyordu:
“Hooop!”
(…) Recep, makinesinin kolunu bırakmış, hemen önündeki pencereden Semender’in yüzdürülmesini izliyordu. (…)
“Heey, bırak dalgayı da işine bak! Motor, daha on ton fındık alacak!” (…)
“Bir de bakıyor hayın hayın!” dedi. “Sen dalga geçersen kim kıracak fındıkları!”
“Kırılmışı var!” dedi. “Kızları boş mu bırakıyorum ben!”
“Sen karışma kızlara… Boş oturur, dolu oturur. Sen kendi işine bak! Haydi tükür avuçlarına!”
Gerçekten de tükürdü avuçlarına, karşısındakinin yüzüne tükürür gibi. Yapıştı makinenin koluna, haznedeki fındık bitene kadar bir daha bırakmadı bu kolu. Çınar Yayınları, 2017, s.130
Hakkında: Yılın en güzel romanlarından biri. Başlangıcına aldırmayın. Akçakoca kasabasının dilim dilim tanıtımıyla gireceğiniz kitapta belki çok sürükleyici bir tempo göremeyip sabırsızlanacaksınız. (…) Ne var ki abartılmamış ölçülerde, bir kasaba hayatının eksenlerini yansıtarak; hem batmayan bir gerçekçilik yöntemi, hem de umutsuzluğa düşürmeyen insan güveniyle. (…) Rıfat Ilgaz yaptığı işin bilincinde ve bütün hikayelerin düşebileceği romantik iyimserliklerden tam ölçüsünde uzakta. Rauf Mutluay, [aktaran: Asım Bezirci, Seçme Romanlar, Evrensel Basım Yayın, 2015, s. 217.